Antep denince aklıma kırmızı ve yeşil gelir. Toprağı kıpkırmızıdır, toprağın üstündeki bitki yemyeşil. Bir de, Antep’in fıstığı meşhurdur. Milli savaşta: emperyalist saldırganlara karşı koyma gücü kadar. Antep’te uzan zaman kalmadım, çocukluğumdan beri defalarca gittim, gedim, geçtim. En kabadayısı, bir hafta kalmış olabilirim. Her geçiş, yahut kalışım yazın en sıcak, en kurak aylarına rastladı. Masmavi, kıpkırmızı, yemyeşil.

Hiç unutmam, Antebe ilk gidişim, bundan tam yirmi beş yıl önceydi. Çukurova’da Ceyhan’da oturuyorduk. Babamın aklına esmişti, Antebe yerleşecek, orada avukatlık yapacaktı.

Biri 927, öteki 932 model fort otomobillerine yüklenip, eski adıyla Keller üzerinden ver elini Antep. Yolların çok sapa ve eşkiyalarla dolu olduğu söylenmişti. Hattâ babamı fikrinden caydırmak için hayli uğraşmıştı dostları. Ama dinlememiş, yolu tutmuştu.

İki araba kızgın güneşin çiy aydınlığı altında, şerit gibi kıvrıla kıvrıla uzanan yollarda beyaz tozları kaldıra kaldıra gidiyor, babamın ağzını bıçaklar açmıyordu.

Hırslı adam, eşkiyalarla karşılaşıverince ne türlü hareket edeceğini düşünüyordu herhalde. Öyle ya, eşkiyalara laf anlatmak, Ölmekten çetin, arabalardaki kadınlara karşı takınacakları tavıra dayanmak, susmak, ölmekten beterdi.

Birden korkunç bir: (Duuur!) sesi, patlıyan bir mavzer.

Arabalar zınk dedi, durdu. Görünürlerde kimseler yok. Babam mosmor, elinde Brovning, tiril tiril titriyor. Beklemekten başka çare yok.

Az sonra göründüler: Palabıyıklı iki adam. Güneşin yaktığı yüzleri testekerek ve kuvvetli, sanki iç çamaşırlariyle yataktan kalkıp gelmişler: Uzun beyaz donları, beyaz iç gömlekleri…

Babam âdete gürledi

- Ne var? Ne istiyorsunuz?

Babamın bacağında topçu yedek subaylığından kalma zabit pantolonu, benim elinde babamın zabit şapkası. Herhalda bunlar tesir etti, koca bıyıklıların yüzlerinden korkuya dair bir şeyler geçti. Bakıştılar. Kısası:

- Yolcuyuz da kumandanım…

- Peki, ne istiyorsunuz?

- Bize de yer yok mu diyecektik…

Babam tekrar gürledi:

- Arabada kadın olduğunu görmüyor musunuz? Gözünüz kör mü?

Tek cevap vermeden, kenara çekildiler. Ellerinde koca koca mavzerler. Babam arabayı yürüttü. Yürüttü ama kurtulmuşmuyduk? Kaabilmiydi? Ya arkamızdan ateş ederlerse?

Hiç bir şey olmadı. Olmadı ama Antebe girinciye kadar soğuk soğuk terlediğimi, hâlâ unutmadım:

Antep denince aklıma kırmızıyla yeşil gelir demiştim. Yalnız bunlar değil. Antep denince aklıma kırmızı, yeşil, fıstık ve kahramanlıktan başka, belki de onlardan çok. Üzüm gelir. Ne zaman, nerede üzüm gördümse kafamda Antebin ince kabuklu, parmak büyüklüğündeki siyah üzümü canlandı. Neden bilmem, üzeri dumanlı siyah Antep İstanbula gelmez. Pekmez gibi tatlıdır. Bir salkımını yemek, yiyebilmek meseledir. Kesilirsiniz. Şire sizi tıkar. Bir salkım Antep üzümü, çeyrek somun, bir parça da peynir, yıllar yılı orta okul öğretmenlerimizin şaşmaz gıdası olmuştu.

Az kalsın unutuyordum. Antebin bir de Cartlak kebabı vardır. Buda yukarıda saydıklarım kadar ünlüdür. Erbabı bilir… Kebapdan açılmışken birde sarımsaklı kebabının lafını etmek gerek. Tabii rakı ve şarabını da unutmamak lazım.

Ama ne yalan söyleyeyim. Antep dendi mi, aklıma yalnız ve yalnız kıpkırmızıyla, yemyeşil geliyor. Ötekiler daha sonra.

Not: Derneğimizin Yayınlarından (Şahin) Gazetesinden alınmıştır.

Orhan KEMAL