Bizim kuşağın kalblerinde tahtını kurmuş olan o bülbül sedalı Hafız, benim Kuran hocamdı. Ben, medresede kuranı kerimi güzelce bellemiş ve ezberlemiş olmama rağmen, yine de Abdüllaziz Efendi kadar tecvit üzere, kur’anın tam hakkını vererek okuyamıyordum. Peygamber efendimiz: "çok kuran okuyan var ki, kuran ona lanet eder" buyurmuşlardı. Ben de bu lanetlenmeden korktuğum için kuranı hakkile tilavet eden Abdüllaziz Efendi ile dostluk kurdum ve ondan kuran okumasını öğrenmeye başladım. Bu işi o kadar güzel başardım ki Hafız efendi bir gün bana: "Artık sen, ben oldun. Aramızda hiçbir fark kalmadı" diye İltifatta bulundular ve onunla münasebetimiz (şakirtlik-üstadlık)den daha İleri giderek sıkı dost olduk. Mevlitlere birlikte gider, birlikte gezer dolaşırdık. Mevlit bitince okunması âdet olan Aşr-i şerifleri hep bana okutur, dinler, duygulanır, sallanır saltanırdı. Mevlit cemaatının yüzüne bakar, sanki: “İşte bu, benim talebemdir” demek isterdi.

Hafız efendi âşıktı, neşeliydi. Eski deyimle: Ehl-i dil’di. İlkbaharın güllü güneşli günlerinde arasıra onunla ikimiz Allebenin Geverağzı denen kuytu yerine açılır, sakin akan ırmağın kenarına, Antep tabirince yanbeği gelir, konuşur, ilahiler söyler, dertlerimizi dağlara salardık, Onun bir aşka gelip de:

"Çek hançeri Allah için olsun ciğerimden"

mısralı bir gazel okumasının tatlı nağmeleri hala kulaklarımda çınlar. Hafızım, ilk baharı çok severdi. Ve o mevsimi "Aşıkın aşkını, Fasıkın fıskını artıran mevsim" diye nitelerdi. Hamdolsun bizim fısk ile bir alakamız yoktu. İkimizde içki değil, sigara bile kullanmazdık. Fakat bahara ve tabiat güzelliğine aşıktık. Geverağzından ilkbaharda, Mehmet Akif’in dediği gibi: "Kudretin yeşil kan, yeşil can yağdırdığı kırları" doya doya temaşa eder, huzur içinde dönerdik.

Hafız efendi bir müddet Urfa’ya gitti. Ben, Antep deyimince yandım yalelliye düştüm. Sanki Şemsi Tebrizi’sini kaybeden Mevlanaya döndüm. Dayanamıyor, Antebe gelmesi için ona mektuplar yağdırıyordum.

Birgün çıkageldi. Bir aşıkın sevgilisine kavuşması sevinci içinde ona kavuştum ve ona şu "Hoş Geldiniz,, manzumesini yazdım.

"Üstadı muhteremim Hafız Abdüllaziz Efendi’ye" "Hoş geldiniz..."

"Arzeyliyorum memleketim namına kendim:

Tâzim ile, tevkir ile; "Hoş geldin efendim.

"Belliydi ki sevdâli gönüller emelîdin

Hafız, bizi birkaç sene bekletmemeliydin,

Dil hastaların hicrin ile yandı mı, yandı,

Bîçarelerin, derdini çekmekten usandı,

Bak memleketin hâline pek çok yaramız var,

Hâla şühedanın, o sıcak kanları damlar [1]

Coşturmaksın bizleri sen, hep yeni baştan,

Ses gelmeli dağdan, ovadan, taştan ağaçtan.

Gittin gideli hep duyarım fenk-ı serimden, [2]

"Çek hançeri Allah için olsun ciğerimden”

Vaktinde yetiştin, bizi, gel bizleri dinlet,

Gel âlem-i ervahı da, eşbâhı da inlet...[3]

Gel ağlaşalım bir gül için, nazlı baharda,

"Yâd et ki sevişmiştik İlâhî adalarda..,"[4]

"Şakir Sabri"

Ş.S.Y


[1] Hafız Efendinin bu defaki gelişi Antebin düşman işgalinden kurtuluşundan az sonraya raslar. Bu mısradaki "Şüheda" Antep-Fransız harbi şehitleridir.

[2] Fevk-ı ser: Baş üstü, yani şemâ demektir.

[3] Alem-i ervah): ruhlar, yani hayata gözlerini kapayanlar alemidir.

(Âlem-i eşbâh) diriler, yaşayanlar âlemi demektir.

[4] Bu mısra, Yahya Kemalindir.