Çocukluğumun unutamadığım anılarından biri de Antep Hacılarını karşılama törenleridir.

Hacılarımız dönüşte, o zaman bizim egemenliğimiz altında bulunan ŞAM’a geldiklerinde, Antep’teki ailelerine birer tel çekerler, gelecekleri günü, HALEP'ten tekrar telliyeceklerini bildirirlerdi.

Telgrafı alan hacı evlerinde bir bayram havası esmiye başlardı. Kurbanlar kesilir, yemekler pişer, mevlitler okunur, türlü şenlikler düzenlenirdi. Çünkü o günler kâbeden sağ salim dönmek bir mutluluktu. Yaz günleri kızgın çöllerde, deve sırtlarında yol alan Hacılar, ya yolun zahmetine dayanamaz, yolda ölür kalırlardı; ya da soyguncu bedevilerin cenbiyeleriyle, paralarına tamaan şehid edilirlerdi.

O zaman Antep’te şöyle bir hikâye vardı:

Bir yahudi karısı, evinin giriş kapısında durur, gelen geçen müslümanlara:

— Allah seni hacce nasıp ede! dermiş. Ona: «Niçin böyle dua ediyorsun?!» diye sormuşlar. O cevap vermiş:

— Ya gider gelmez. Ya gelir iflah olmaz.

«Iflah olmaz.» demek: «Çok sürmez, hastalanır, ölür.» demektir. O halde yahudi, dua değil, beddua ediyordu. Şamdan tel alan Hacı aileleri hemen harekete geçerlerdi. Önce hacı evinin damına, üzerinde kelime-i tevhid yazılı ve sırığı damın loğuna sicimle bağlı beyaz bir bayrak dikilirdi. Bu, o evin Hacı evi olduğunun belirtisiydi.

Sonra Hacı evinin giriş kapısı kemerile bütün o mahallenin kapı kemerleri kireçle çarptırılır, yani badana edilirdi. Bu beyaz badanalar üstüne kırmızı, yeşil, mavi, damgalar vurulur, mahalle göz alan bir tablo biçimine girerdi. Hacı evi ailesi, mahallede sevmediği ailelerin kapılarını çarptırmazdı. Demek bu da bir antipati araycıydı.

Zengin Hacı evlerinin kapı üstlerine yağlı boyalarla tevir türlü resimler: ağaç, çiçek» cami, bazan da kâbe resimleri yapılırdı. Bu yağlı boya resimler, yıllarca kalır, sokaktan gelip geçenlere yıllarca o evden birinin hacce gittiğini müjdeler ve herkesi de hacce gitmek için renklam vazifesi görürdü.

Karşılama töreni şimdiki başkarakolda başlardı. Kilis yolundan gelen Haci, bineğinden indirilir, bir ata bindirilirdi. Sağında, solunda, yine ata bindirilmiş iki okuyucu yer alırlardı. Çok güzel sesli bu okuyucular yol boyunca İlahîler, naatlar, münşeatlar okurlardı. Bunlardan Aneze babanın oğlunun sesi insanı vecde getirirdi.

Yazın hacce giden Hacıların simalarını, Hicaz ülkesinin kızgın güneşleri esmerleştirir, bakırlaştırırdı. Bu da onların yüzlerine, sanki İlâhî bir cihaddan dönüyorlarmış gibi bir özellik verirdi. Atüstünde onun yüzünü görebilmek için ahali birbirini tepelerdi.

SEYMENLER

Karşılayıcıların en önünde seymenler giderdi. Başları külahlı, poşulu, sırtları abalı, belleri şal kuşaklı, bacakları şalvarlı, yani millî kiyafetli, dalkılıçlı seymenler onar onar sıra dizili gruplar halinde tekbir getirerek yürürlerdi. Bunların manzarası pek heybetliydi. Bakınca insanın tüyleri diken diken olurdu. Halk bunlara (SERMEN) derdi.

Fotoğraf: Gaziantep’te bulunan cami minarelerinden birisi: (Yakında yayınlanacak Gaziantep camileri isimli kitaptan alınmıştır.)

Bazı hacı karşılamalarında şermenler arasında kavgalar olurdu. Meselâ: Tabakhane semti seymenleri derdi ki: «Biz daha çoğuz, en önde gideceğiz.» Şehreküstü semti seymenleri: «Hacı bizim semtin hacısıdır, bizim önde gitmemiz gerekir.» derlerdi. Akyol semti seymenleri, başka bir gerekçe ileri sürerek önde gitmek kendilelerinin hakkı olduğunu iddia ederlerdi. «Siz önde gidersiniz, biz önde gideriz» münakaşası kavga şeklini alır, taraflar ellerindeki kılıçlar, palalarla birbirlerine saldırırlar, yaralananlar olurdu. Bu hengâmede tabii kortej duraklar, hacı karşılayıcılar bu seferde başka bir film seyretmeye başlarlardı. Derken araya girilir, döğüş yatıştırılır. Kafile yoluna devam ederdi. Kimse kimseyi şikâyet etmezdi. Şikâyet etme ayıptı, babayiğitliğe yakışmazdı.

DERVİŞLER

O zaman Gaziantep’te dört tekke vardı. Akyollu Mustafa Babanın tekkesi; Şıhıcanlı Mustafa Babanın tekkesi; Kamacı babanın tekkesi; Tabakhanede Hamdi babanın (Kara Fakının) Tekkesi.

Her Tekkenin, üzerlerinde Kelime-i Tevhit, âyet yazılı birer ikişer yeşil sancak larile, dörder mansarları, birer kudumları, bir halliyyeleri vardı. Her cuma geceleri, şehrin dört köşesindeki bu dört tekkede tarikat ayinleri yapılır, mansarlar dövülür zikredilir, coşulurdu.

Dervişler de hacıları karşılama törenlerine davet edilirler ve katılırlardı. Bunlar seymenlerin arkasında, hacının tam önünde yürürlerdi. Derviş saflarının en önünde yeşil sancaklar, onların arkalarında da zikir araçları çalanlar yer alırlardı.

Şimdi 4 tekkenin 16 mansarı, 4 kudumu, 4 halliyesi hep birden: (Cizzom cizzom cizzom) diye çala çala yürümeye başlamazlar mı, halkın heyecanı son haddini bulurdu.

Sancakların önünde iki de topuz vuran, kılıç vuran bulunurdu. Ara sıra kortej durdurulur topuzcunun elindeki topuz havaya fırlar, inerdi, derviş, onun ucundaki sivri şiş ile sağ yanağını delmek suretile şiş vurur, elindeki yalın kılıcı «Ya Şeyh Abdülkadir» diye açık karnının üstüne var kuvvetile indirerek kılıç vururdu. Her ikiside kılıcın ve şişin yaraladığı yerleri tükrüklerler, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederlerdi. Şiş, kılıç vurma işleri de bitince yine mansarlar dövülerek, tek birler alınarak, hacının iki yanındaki gazel hanlar, İlâhîler okuyarak kalabalık ağır ağır yol alır, hacıyı evine kadar götürür, dağılırlardı.

Seymenlerile, şiş, kılıç vuranlarile, yeşil sancakları, mansarları, kudumları, halliyyeleri, hacısı ve gazelhanlarile hacı karşılama töreni bir âlemdi.

Törene katılan dervişler, seymenler, okuyucular para ile mükâfatlandırılırlardı. Bunun adına (Bahşiş) denirdi.

Yeri düşmüşken şunu da söyliyeyim:

Tekkelerin sancak kaldırma töreni yalnız hacıların gelişine münhasır değildi, Başka dinî ve millî törenlerde de bu iş yapılırdı. Meselâ, vaktile Antep’e Sakal-ı şerifin gelişinde de derviş alayları sancak kaldırarak karşılama yapmışlardı.

Antep’i işgal eden Fransız kuvvetlerinin ilk kûrbanı küçük Kâmil, şimdiki Şehit Kâmil İlkokulu önünde Fransız askerleri tarafından şehit edildiği gün de yapılan büyük mitinge yine sancak alayları katılmış, Fransızların karargâhı Amerikan Kolleji önünden de geçilmek suretile büyük bir gövde gösterisi yapılmış ve Fransız vahşeti protesto edilmişti. Bu hazin ve heybetli törenin manzarası da hâlâ hayalimde yaşar.

Sayın okurlarım! Ben bu yazımı, tekkenin hasretini çektiğim için yazmadım. Tekkeler bizde bir kanunla kapatılmış ve tarihe karışmıştır. İşte biz folklorcuların ödevi de memleketin böyle tarihe mal olmuş geleneklerini, eski âdetlerini araştırıp yazmak değil midir? Esasen folklorculuk da bundan başka bir şey midir?

Şakir Sabri YENER