(Gaziantep Kültür Derneğinin Gaziantep Harbine iştirak eden bir tanıdığınızın hatırasını yazınız konulu kompozisyon yarışmasında bu yazı birinci gelmiştir.)

Zaman denen kaygusuz mefhum. Her şeyi arkasında bırakarak ne çabuk ilerlemekte. Her geçen dakika her ferdin hayat romanına bir cümle daha ekliyor. Ekseriya bu cümle acı şeylerle dolu.

Zaman yine ilerliyor. Durmadan, aman vermeden ilerliyor.

Şu dakikada; yaşadığım bu güzel belde, insana ne cazip ne çekici gelmekte. Nasıl ki soğuktan donacak bir insan, ılık bir odaya girerde kendini bu sıcaklığın koynuna bırakarak her şeyi unutursa; zamanda ılıklığıyla her şeyi unutturuyor. Fakat bazı hadiseler vardır ki insan unutmıya çalıştığı halde unutamıyor. Hatırlamıya çalışıyor, hatırlıyamıyor.

Ben de şimdi unutmak istiyorum ama unutamıyorum.

Hatıralarımın üzerine çekilen siyah çarşaf, kendiliğinden açılıyor ve bütün çıplaklığıyle mazi meydana çıkarak yüzüme haykırıyor.

Güneş, bol ve uyuşturucu şualariyle kasabayı yıkıyordu.

İhtiyarlar, Allahın bu lütfundan istifade edebilmek için, kahvelerin önüne attıkları küçük iskemlelere oturuyor ve önlerindeki tömbeki şişelerini fokurdatıyorlardı.

Gençler ise kendi işinde, bir ekmek parası için didiniyor, istibdadın Demiryol v.s. gibi vergilerle büktüğü bellerini çalışarak doğrultmak istiyorlardı.

Ben henüz altı yaşında idim. Ailemizde benden başka erkek olmadığı için çalışmak düşüyordu. Haftada aldığım bir yüzlük'ü, annemin eline utanarak sıkıştırıyordum.

Beş kız bir erkek kardeştik. Gerçi babamız ölürken bize hayli servet bırakmıştı ama “Hazır yiyene dağ bile dayanmaz.” Annem de dayandırmak için bütün varlığıyla bunun üzerine titriyordu.

Harp bitmiş, mağlup olmuştuk. İngilizlerde kasabayı işgal etmişlerdi. Bu günkü Kumruoğlu otelinde oturuyorlardı. Sonra İngilizler çekildi. Fransızlar geldi. Şehirdeki Ermeniler onlara yardakçılık ediyor, aleyhimize kışkırtıyorlardı.

Halk bu zulme dayanamıyordu. Nihayet harp başladı.

Silâh az, insan az, imkân azdı. Düşmanda; aksine, hepsi bol bol vardı. Herkes, bir senelik erzakını önceden hazırlamış olduğu için, ilk zamanlar açlık sıkıntısı çekilmiyordu. Fakat sona doğru erzak azalınca sıkıntı baş gösterdi. Düşman ağır ve modern topları ile şehri dövüyor, biz; sadece kaledeki ramazan topu ile karşılık verebiliyorduk.

Bir gün yine güneş, matemli ışıklarını kasabaya dökerken; karşımızdaki eve bir gülle düştü. Kız kardeşlerimden biri ile pencerenin önünde oturuyorduk. Ev ile aramızda 3 metre mesafe ya var ya yoktu. Mermi düşünce korkudan kız kardeşiminde yüreği düştü. Ve zavallıcık orda öldü. Annemiz bizi daha fazla evde tutamadı. Şehreküstüde bir mağaraya taşıdı. Fakat orada bir salgın hastalık vardı. Cephede olduğu kadar; burada da insan kırılıyordu. Dışarı çıkamazdık. Fransızlar ellerindeki tüfeklerle attıklarını vuruyorlardı. Hele kasabada saatçilik yapan bir Ermeni vardı ki Eyüboğlu Camiinin şerifesine çıkmış, şehrin hangi ucunda ve kimi görse vuruyordu. Bir gece İrbahamlıya hicret etmek istedik. Fakat yolun yarısında geri döndük. Kızkardeşlerimden en yaşlı olanı mağarada aldığı hastalıktan dolayı can çekişiyordu. Öldü de. Onu oraya kefensiz gömdük ve döndük.

Yiyecek kalmamıştı. Fıstık kabuğu, acı badem içi, az miktarda da buğday karıştırılıp dövülerek ekmek yapılıyordu. Fakat acı badem içi her ne kadar tatlılaştırılmak isteniyorsa da olmuyor; zehirliliğini kaybetmiyordu.

Bir gün Tekke Camiinin karşısındaki odun pazarında, can çekişen iki katır boğazlanmıştı. Ondan aldığımız bir parça etle o gün acı bir bayram havası yaşadık. (!)

Bu yokluğun yanı sırada cephane yokluğu çıkmıştı. Her ne kadar mermi yapılıyorsa da -ki bunun kovanlarını geceleyin biz küçükler mezarlıklardan topluyorduk- tüfek yapılamıyordu. Nihayet Yusuf usta İngiliz tüfeklerini Türk mermisine göre ayarlamakla bu işi halletti.

Düşmanın ağır toplarına karşı imanımızla, bombasına karşı “Yıldırım Yusuf”la, şarapneline karşı şişelerin içine koymuş duvar barutu ile karşı koyuyorduk. Düşman kuvvetleri habire takviye alıyordu. Biz, sağ kalanlarla iktifa ediyorduk. Bir ara kasaba muhasaradan kurtulur gibi oldu. Fakat yeni bir Fransız takviyesi gelmiş ve ordu idaresini Goubou isimli bir general ele almıştı. İki defa teslim mektubu gönderdi. Her ikisini de tam ismimize yakışan bir lisanla cevap verdik.

Fakat açlık... Onun pençesinden kurtulamıyorduk. Nihayet dayanamıyan ihtiyarlar heyeti gidip Fransızlarla konuştular. Ve teslim olmıya karar verdiler. Kale burcuna beyaz bayrak çekilince düşman kasabaya girecekti. İhtiyarlar heyeti dönünce, eli silah tutan herkes te şehri terk etti. Heyet kaleye çekilecek iki metre bezi bulamadı. En adi kadınların kapısı bile yüzlerine nefretle kapanıyordu. Kimse şimdiye kadar al bayraktan başka bayrak çekilmemiş olan kaleye bu beyaz bayrağın çekilmesini istemiyordu. Malûm heyet çaresiz kalınca, yeni ölmüş bir ölünün kefenini almak suretiyle beyaz bayrağı; tarihin bile yenemediği aslan heybetli kale burcuna çekerek onu kadere esir ettiler.

Anadoluda, muvaffakiyetli neticeler alan ordu, Antebe doğru hareket etmişti. Yapılan bir anlaşma gereğince, Fransızlar kasabayı 25 Aralık 1921 de terkederken, ordu da şehre Başpınar yolundan gelerek giriyordu. Bu günkü lise önünde bir ses orduyu;

Vicdanımın neşidesi, şehrin sedasıdır;

Piyşi kuduzunuzda meserretle ağlarım.

Dolsun bu rehgüzare samimi selamlarım sözleriyle selamlıyordur.

İşte mazi... Yine o siyah çarşaf üzerine yavaş yavaş geriliyor. Mazinin sesi gittikçe kısılıyor... Artık o da duyulmuyor. Hatırlamak istiyorum!.. Şehrin ilk kurtuluş bayramını hatırlamak istiyorum!.. Ama hatırlıyamıyorum. Hafızam körleşti yine. Maziyi görmüyor… Kulaklarım; kulaklarım bu defa duyuyor. Maziden bir çığ gibi yükselerek gelen sesi duyuyor. Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak...

Babamın adı ve soyadı: Behzat MAMALIOĞLU

Abdülkadir MAMALIOĞLU