Gün dağı aşmıştı. Halfetiye girdiğimde. Ortalıkta insana huzur veren bir serinlik, bir sessizlik vardı. Etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Bir yeryüzü cennetiydi burası. Tabiatı; sarısı, laciverdi velhasıl her rengi bulmak mümkündü burada. Fırat, karadan yeşile kadar bütün renklerla donanmış güllerin arasından akıyordu.

Doğu Anadolu’nun hırçın suyu Fırat; bu tabii güzelliğe âşık olmuştu sanki Munisleşmiş, uysallaşmıştı. Sakin, sakin akıyordu Güneye doğru. Bir bakıma insana hüzün veriyordu bu akış Milli hisleri ile başbaşa bırakıyordu. Yavaş, yavaş garı terkeden bir trenin penceresinden el sallayan bir dostun ayrılışını, uzaklaşışını andırıyordu Fırat bu haliyle. Gerçekten de öyleydi. Anadolunun benimseyip «Bizim» dediği, üzerine türkü düzdüğü Fırat az sonra Carabulus’u geçecek ve «Onların» olacaktı.

Kasabanın içine doğru ilerliyordum. Yol üstündeki bir kahvehanenin belki de asırlık gramofonu bütün gücüyle bir plâğı döndürmeğe çalışıyordu:

“Fırat kenarında oynar kayıklar

Anam ağlar, bacım beni sayıklar.”

Dertli Anadolunun yanık bağrından kopup gelen bu türkü sanki Halfeti için yazılmıştı. Sanki bir Halfetilinin hayat hikâyesini terennüm ediyordu. Herkes bunu söylüyordu. Halfetlde:

«...Fırat kenarında esvap yumuşlar

Yumuş, yumuş gül dalına asmışlar...»

Burada vakit geçmeden Rumkale’ye geçmek Iistiyordum. Rumkale Fırat'ın öte yanındaydı. Biraz dinlenmek ve bir çay içmek için çayhaneye girdim. Köhne bir yerdi burası. Ve gramofonda gene o plâk vardı:

“Elbisem duvarda asılı kaldı, ölem.”

Kahveci Hüseyin ağa ile hemen tanıştık, hemen arkadaş olduk. İnsan şarklılarla çabuk kaynaşıyor. Samimi oluyor şarkın ahalisi. Anlıyor insanı. Biraz memleketten konuştum. Biraz memleketi anlattı. Sonra tanıdık bir kayıkçının olup olmadığını sordum. Güldü. «Burda kayık ne gezer bey» dedi. «Sal var sal... Onların da hepsini tanırım.» Sonra bulundukları yeri tarif etti. Bir de cigara ikram etti üstelik. Çay parasınıda almadı. Kahvehaneyi terkettim. Ama benden birşeyler kalmıştı o köhne çayhanede...

Salcı oldukça yaşlı bir adamdı. Mesleğinin ehli olduğu da belliydi konuşmasından. «Muradı sabahtan geçek evlat» dedi. «Akşamın hayrından sabahın şerri.» Burada bütün muradlar Fırada bağlı olduğu için «Murat» diyorlardı bu suya. Çok Israr ettim. Ama ricalar İsrarlar fayda vermedi «iyi yüzerim» dedim «Yüzerek geçemezmlylm karşıya?» «Çok gençsin evlat» dedi «Yazık olur sonra. Çok cana kıydı bu meret. Senin gibi ne babayiğitler yüzerim diye girdiler de cesetlerini Carabulustan çıkardık" Hele bir Bedro vardı. Deme gitsin. Tosun kimi oğlandı» «Yüzeceğim» dedim gitmem gerek oyana” Gençsin evlat, diye diretti. Çok gençsin, Göz göre göre kıymam sana, Salcıyı güçbelarazı etmiştim.

Karşı kıyıda köpekler karşılamıştı bizi. İri kıyım çoban köpekleri idi bunlar. İhtiyar salcı karaya çıkmadı bile. Bîr mazeret uydurdu kendince «Bizim ayal evhamlıdır.» dedi ve sapladı sırığı Fırat’ın dalgalarına.

Gün batmış, hava iyiden iyiye kararmıştı. Bir müddet Fırat’ın hırçınlığına inat, karşı kıyıya doğru çaprazlamasına ilerliyerek salı seyrettim. Salcı hem uskur hem dümen hem de yelken vazifesini gören sırığı iyi kullanıyordu. Maşaliahı vardı açıkçası. Salın her yanı sancak, her yanı iskeleydi. Sonra sal da salcı da gözden kayboldu, «Bir saata kalmaz ulaşırsın gala’ya» demişti. Nehir kurdu. «Hep o yana doğru git. Hep o yana, Şimala doğru. »

«OKUMAK LAZIM»

Saat gecenin onuydu. Kasabaya geldiğimde. Kasaba Merzuman çayının Fırat’a döküldüğü noktada kurulmuş bir köy... Anadolu köylerinin en güzeli değilse de en bahtlısı bence. Bir yanından Fırat, bir yanından Merzumen akıyor. Diğer köyler gibi susuz, kurak, çöl değil. Kasabalılar bu büyük nimete sadece bakmakla kalmıyorlar. Faydalanıyorlar imkânları nisbetinde. Bağını, bostanım suluyor, akarından hayvanı, pınarından ahalisi su içiyor.

Kasabaya girince gene köpekler karşılamıştı beni. Eksik olmasınlar. Ancak onların tezahüratlarıyle (!) bir—iki insan oğlu yanıma gelebildi. Ellerinde mavzer, bellerinde bıçak... «Yabancı değil diye haykırdım. «Bir Tanrı misafiri.» Bu bir söz yetmişti onları iknaya. Yüzümü görmedikleri halde bu söze itimad etmişlerdi. Namlular yere eğildi, dipçikler köpekleri; hedef aldı ve «Buyur gardaş, safa geldin» diye bir ses gürledi. Sonra hangi hissin tesiriyledir bilmem bu üç yabancıyla teker teker kucaklaştık. Dost değildik, ahbap değildik hele arkadaş hiç değildik. Belki ilk defa görüyorduk birbirimizi. Ama kucaklaşmıştık işte. «Bir Tanrı misafiri» sözü bizi içten, yürekten bağlamaya yetmişti.

Geceyi Cimo’nun çardağında geçirdim. İdare ışığının altında iki—üç saat konuştuk. Rumkalenin hikâyesini anlattılar bana. Onlara okumaktan bahsettim «He» dediler «Okumak ilazım...»

Kale hakkında çok şey dinlemiştim. Cimo’nun çardağında. Yaşlı bir kasahalı «Galanın bizim köye bakan yamacında Hazreti Ali’nin atının ayak izleri var. Gedince görecen gayri» demişti. Şu burçlara doğru yükselen oyuklar olmalıydı ihtiyarın dedikleri, dik bir duvardan farkı yoktu bu cephenin, At izine falan benzemiyordu bu oyuklar...

Bu oyukların hikâyesini tâ Gaziantep’te öğrenmiştim. Rum Kayseri’nin kızı Helen’in odasına çıkılıyordu buraradan. Henislik’e giden —bilinen— tek yoldu burası. El ve ayakların uttuna bilmesi için kazılan bu oyuklar tahminen bir minare boyu kadar yükseliyordu. Sonra da kayboluyordu bir karanlıkta.

Oyukları şöyle bir yokladım. Sağlamlığından hiç bir şey kaybetmemişti. Pek akıl kârı değildi ama çıkılırdı bu tepeye. Çıkılmayacak olsa kazılmazdı diye düşündüm. Ve attım elimi oyuğun birine. Ayağımıda diğerine koydum.

İlk 25—30 kulacı atmıştım. Ama sonradan zorlaştı tırmanmak. İnilmesi çok daha güçtü... Birkaç dakika durup dinlenmeye çalıştım. Bu arada gözüm aşağıya kaymıştı. Düşsem cesedimi bile bulamazlar diye düşündüm. Sonra bir kulaç daha attım burçlara doğru. Toprak dolu oyuklardan ellerim kayacak gibi oluyor, ökçem boşa geldiği için ayaklarım titriyordu. Düşmemek için sarfettiğim güç kadar da aşağı bakmamak için gayret sarfediyordum. Feciydi aşağısı. Ama manzaraya diyecek yoktu doğrusu. Duruyor, dinleniyor ve gene uzatıyordum kollarımı burçlara doğru. Yükseldikçe başı dönüyordu insanın.

Nihayet bir noktada bitti bu oyuklar. Ben de bitmiştim aynı zamanda. Ama burçlara çıkmak için çok tırmanmam lâzımdı. Kendimi kuyuya benzer bir yerde buldum. Yalnız girdiğim delikten ışık geliyordu buraya. Etraf zindan gibiydi. Ama tepemdeki karanlık biraz daha aydınlık gibi geldi bana. İnsanoğlu hep ışığı, aydınlığı arıyor 3—3,5 metre daha tırmandım. Yüzüme iki taraftan müthiş bir rütubet kokusuyle beraber ıslak bir serinlik çarptı. Bir koridora çıkmıştım anlaşılan. Merçekli el fenerimi yokladım. Sağlamdı. Tam tahmin ettiğim gibiydi burası. Uzun bir koridorda bulunuyordum. Sol tarafta tam ayağımın ucunda bir kuyu vardı. Işığı içine tuttum. Dibi görünmüyordu. Çok derin olmalıydı. Ağzı örümcek bağlamıştı metrelerce. Işık mercekli olduğu halde kâr etmiyordu... Sonra sağ tarafına doğru yürüdüm koridoruna. Elimdeki fenerden sütun hulin de fışkıran ışık genişçe bir gediğe takıldı kaldı. Sağını, solunu iyice inceledim bu deliğin. Bir kapıya benziyordu burası. Oldukça geniş bir salona açılıyordu. Daldım içeri.

Çok büyük bir salondu burası. Birkaçta ne de pencere deliği vardı dışarıya doğru. On kısımlar aydınlıktı. Bu yüzden bir müddet pencerelerden dışarısını seyrettim. Fırat, Merzumen, sonra ikisinin birleştiği nokta, yemyeşil bahçeler kuş bakışı çok daha güzel görünüyordu. Gözleri dinleniyordu insanın. Bir sigara yakmak istedim. Paketle beraber iki örümcek çıktı cebimden.

Bu salonu da imkânlarım ölçüsün de incelemeye çalıştım. Sağ tarafta bir delik gözüme çarptı. Bir metre kadardı yüksekliği. Kolayda buraya tırmanmak. Elimi şöyle bir uzattım. Sırf örümcek ağı kaplamıştı... Burası da bir koridora açılıyordu. Ama şimdiye kadar ki koridorların en karanlığı idi. Bir santim ilerisini bile göremiyordum Fener de pek işime yaramadı burada. Bir ara koridoru ellerimle yoklamağa karar verdim. Ama alt koridordaki kuyuyu hatırlayınca tüylerim diken diken oldu. Anamı düşündüm. Vazgeçtim sonra. Tekrar elime feneri aldım. Gözlerimi kapadım karanlığa alışmak için... Ve bir kapı buldum karanlıklar içinde, Örümcek ağlarının ötesinde... Tahtadan yapılmış kocaman bir kapıydı bu. Bir- iki yüklendim. Banamısın demedi. Sonra birkaç omuz daha vurdum kemiklerimi kırarcasına. Bir canavarın çığlığını andırır bir hıcırtıyla yerinden oynadı koca kapı. Bir tekme, bir omuz, bir sırt derken de açıldı Bundan önce biri veya birileri daha gelmişti anlaşılan. Yoksa kolay kolay açılmazdı böyle kapılar. Şaka değildi, kale kapısıydı bu. İçeri girince boğulacağımı hissettim. Hava namına bir şey yoktu bu odada. Küçücük bir yerdi. Çevresini ancak bir kere dolaşabildim Sonra öksürerek fırladım dışarıya, Kapıyı da açık bıraktım benden sonrakiler için. Bir kapı daha vardı bu koridorda. Onu açmak pek zor olmadı. Genişçe bir salona açılıyordu bu dev kapı. Aynı karanlık, aynı rutubet ve aynı örümcek ve ağları burada da hissediyordu kendini. Helen’in odası olamazdı burası. Ya bir delik ya bir kapı daha olmalıydı. Helen’in odasına açılan veya o odaya geçit veren. Yan taraftan birtakım ışıklar sızıyordu içeri. Tahtalerı yer yer kırılmış bir kapıydı burası. Hamdi Gökçek’in tarif ettiği gibi Kayseri’in kızının odasına götürmüştü bu geçit beni. Güzel bir odaydı burası. Aydınlıktı nisbeten Helen’in tuvalet eşyaları için özel dolaplar açılmıştı duvarın bir yanında...

(Babıâlide Sabah)

(1966)