Sene 1935 Atatürk Adana’ya geliyor. İstasyonda mahşeri bir kalabalık O’nu getirecek olan treni dört gözle bekliyor. Az sonra uzun katarlı siyah bir tren keskin düdüğüyle etrafı çınlatarak şehre giriyor. Türk’ün en büyük evlâdı halkın coşkun çığlıkları arasında trenden iniyor, ağır adımlarla istasyon binasının önündeki geniş meydana doğru ilerliyor. Saf saf dizilmiş askerler, talebeler “Yaşa!.. Varol!..” sesleriyle âdeta kendilerinden geçiyorlar. Halkı selâmlıyor, kısa bir konuşmadan sonra Öğretmen okulu talebelerine doğru yaklaşıyor, müdür A. Hamdi Tanpınar’la kısa bir mülâkattan sonra kürsüye çıkıyor. Her biri Türk gençliğinin en büyük umdesi sayılacak sözlerini gür bir şekilde sıralıyor, en sonunda konuşmalarına şu cümlelerle son veriyor:

“Genç muallimler, inkılaplarımızın bekçileri sizlersiniz, onları siz koruyup siz geliştireceksiniz, her dersinizde, her yerde onlardan bahsetmeyi sizlere en büyük bir vazife olarak veriyorum”

Evet, insan için vazife en büyük şereftir. Hele böyle bir vazife memleket mukaddesatını yakından ilgilendirdikten sonra… Atatürk’ün öğretmenlerimizin omuzuna yüklediği bu vazifeyi yapmalarında en büyük kolaylık biz gençlere düşer. Onların bu alanda bize verecekleri fikirler sadece bir anahtardır. Ancak bu anahtar, bizleri sağlam bir kültür, tarafsız bir düşünceyle inkîlapın gerçek manasını anlamıya, Atatürk’ü tanımıya, vatanın birer ferdi olmamız dolayısıyle vazifelerimizin kapısını göstermiye yarıyan değerli bir âlettir.

Türk milletini modern milletler seviyesine yükselten, Ortaçağın manasız kurumlarını silkip atan Türk inkılapları milletimizin karakterine uygun olarak; medeniyet ve teknikte batı dünyasına, kültürde kendimize dönmeyi sağlıyan mukaddes bir hamledir. Onun en büyük düşmanı baldıran zehirinden farksız olan irtica ve taassubtur. Bu iki nesne asırlar boyunca aziz milletimize en büyük darbeyi vurmuş daima gerilememize sebep olmuştur. Fakat “Yer delinip gök çökmedikçe payidar kalacak” olan Türk milleti için bu iki kör yılan başı Cumhuriyet devrinde karanlıklar içerisine yuvarlandı. Tanrı’dan tek dileğimiz ebediyyen de yuvarlanmasıdır. Bize düşen en büyük vazife onun hortlamasına meydan vermemek, gördüğümüz yerde mendebur başlarını yere ezmektir.

İnkılaplarımızın en naziği, üzerinde en çok durulması icabeden lâiklik sosyolojik bir tarifle “Devleti ve dolayısiyle hukuku dine bağlı tutmamaktır.” Din, Allah ile kul arasında bir meseledir. Müeyyidesi günah ve sevaptır. Hukuk, bu dünyada insanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden tazminat ve ceza gibi müeyyideleri bulunan bir müessesedir. Din değişmez, fakat cemiyeti hayatı değiştikçe onu tanzim eden hukuk değişir.

Laiklikte devletin vazifesi “Birbirinden ayrılmıyan iki kardeş: ilim ve iman”dan ilmi yaymaktadır. Devlet imanı himaye edemez. Bu, her şeyden önce Allah’ı himaye etmek olur ki; Allah böyle telakki ve tefsirlere tabî tutulamaz, zira onun üstüne bir kuvvet asla düşünülemez.

Lâiklik en hür, en yüce ve en mükemmel bir din felsefî, beşerî, kemâl mertebesi olan İslâmiyet’e en uygundur. Bu fikri idealist bir inkılapçı olan A. N. Kırmacı bir yazısında en güzel şekilde ifade eder:

Laisizm, insanı dinin tarif ettiği ve dinin tarif ettiği insan olarak almak, tanımak ve kabul etmektir. O insan ise kanunu, emir ve iradenin değil, önce kendi kendinin, ailenin, cemiyetin ve milletin yarattığı ve yaratacağı insandır. Cebir, şiddet, tazyik, tehdit ve korkunun değil hür fikir ve vicdanın yarattığı ve yaratacağı insandır.

İslam’da, zaman değişince ahkâm da değişir. Ahkâmdan maksat, tablî olarak doğrudan doğruya Şeriattır. İslam’da Kuranla Şeriatı birbirinden ayırmak lâzımdır ve hakikat de budur. O halde nasıl olur da lâisizm red ve inkâr edilebilir? İyi bir devlet idaresinde, hür ve demokrat nizamlar içerisinde, hakiki bir İslâm’ın yaşıyabileceği şerefli bir hayat; değişen zaman karşısında, esasen ve daima en mükemmel manada şeriatı ifade eder! İslâm da inkişaf ve terakki ilk şarttır. İslâm da insanın refah ve saadeti ilk şarttır. Hür müsünüz, adil misiniz; hakka hukuka riayet ediyor musunuz; insanla insan insanla madde arasındaki münasebetleri zamanın şartlarına göre tayin ve tanzim edebiliyor musunuz, sosyal gerçekleri görüyor yalan söylemiyor, hile yapmıyor musunuz; maddî ve manevî kâr ve ziyanın hudutlarını idrak ediyor, etrafınızdakilere karşı muameleleriniz de insanca bir düşünce ve duyguya sahip olabiliyor musunuz, hasebi, nesebi, mirası, mülkiyet ve zilyet haklarını ilmi ve insanî ölçülerle teyit teslim ve idare edebiliyor musunuz? İşte en iyi bir Şeriatçısınız! Fakat kız evlatların diri diri toprağa gömüldüğü bir devirde yaşamadığınızı; iktisadî hayatınızı ihya ettiğinizi, kadını mal mülk ve servetin mahkûmu fani arzu ve heveslerinizin, hırs ve ihtiraslarınızın vasıtası ve esiri olmaktan çıkardığınıza göre, dört kadınla evlenmeyi, peçeyi, kafesi, haremi ve selâmlığı özlediğiniz taktirde; siz aslında Şeriatçı değil menfaatçisiniz. İslâm değil; egoistsiniz, nefsinize tapansınız; Tek eşinize çocuklarınıza ve ailenize karşı vazifelerinizi, bütün icabları ile yerine getirebiliyor musunuz; fert, cemiyet ve millet olarak buna tam manasıyla inanabiliyor musunuz; hiç şüphe yok ki topyekûn ibadet halindesiniz. Aksi takdirde dört değil; daha fazla kadınla da evlenseniz ne İslâm ve ne de Şeriatçı olabilirsiniz. Yani Hz. Muhammed’in manevî yolunda olamazsınız. İslâm ve medeniyet birbiri ile tezat teşkil etmiyen en büyük iki nimettir. Daha doğrusu İslamiyet, hakikî manasıyla medeniyetin tâ kendisidir.

…Laisizm dinin türlü maksat ve menfaat elinde gölgelenmesine; akıl, izan idrak ve basiret nimetlerinden mahrum kalmasına; daima nurlu ve aydınlık olması icabeden fikir ve vicdan ufuklarımızın karartılmasına ve dünyamızın bir zindan haline getirilmesine mâni olmaktır. Laisizmde dinin kutsiyeti, ulvî ve ilahi mana ve mahiyeti vardır. Laisizm dinin, cehlin, irtica ve taassubun görüş alış ve anlayışından çıkartmak; maksat ve menfaat ehlinin, istismar ve inhisarından kurtarmaktır. Dokunulması bir tabu haline getirilen zulmet perdesini onun üzerinden kaldırmaktır. Her dinin esası insana hakiki hürriyeti tanımaktır. Laisizmin gayesi bu imkânı temin etmektir. Laisizmle İslâm ve Kur’an arasında bu gaye bakımında hiçbir fark yoktur.

İslâm’ın kürsüsü yalnız rahle ve Elif be değildir. Yalnız çubuk ve falaka değildir. İslâm’ın ve Allah’ın kürsüsü bütün yerleri gökleri kaplamıştır. Bu kürsüde her tecelli ve tezahür, her nokta ve zerre kaderi içinde hürdür. Havada uçan kuş, yerde gezinen böcek, şafaktaki nefes, gurubdaki renk. İslâm da edep ve terbiyesinde, insanın ve tabiatın kaderi aslında Allah’ın kaderidir. İslam da insan o manada mükemmel olmak mevkiindedir. Bu edep ve terbiye şüphesi ki, sofunun ve softanın ve dar manasıyla “Hacı”nın edep ve terbiyesi değildir. İslâm da esasen bir müessese olarak ne hoca var ne de “Hocalık” vardır.

Bütün bunlarla Laisizmin dinî mahiyetini belirttikten sonra; Laisizm, psikolojik bir görüşle de bizi hukuki noktadan terbiyevî sahadan ahlâkî noktadan iktisadî ve içtimaî bakımdan geliştiren Prof. Kunter’in dediği gibi Atatürk inkılaplarının temelidir. Laiklik hayatın, mantığın medeniyetin reddettiği, inanmadığı hurafeleri batıl düşünceleri halkın, gençliğin ruhuna, dimağına zorla sokmak istiyen şeyhler, tekkeciler, efsuncular, ilimle din arasına mücadele koyan birbirinden ayrı olan bu iki şeyi asırlarca çarpıştıran adamlara karşı gözler kamaştıran bir ışık, inkılap mefkuresinin taassupla çarpışacağı en büyük bir silahtır. Din ile devlet işlerini birbirinden ayırmış ve kişilerin dini inanç ve ibadet hürriyetlerini her türlü saldırmaya karşı din farkı tanımaksızın, korumayı gerçekleştirmiş devlet, lâik devlettir. Din ile devletin ayrılığı demokratik nizamın ana şartıdır. Laikliği boş bir kalıp olmaktan kurtaran Türkiye’nin bu çağa kadar alışmadığı bir kural da din adamlarının siyasi faaliyette bulunmaması kuralıdır. Gerçekten demokratik nizamların tam olarak tatbik edildiği laik bir devlette din adamı siyaset yapamaz.

“35 sene önce başlamak üzere yapılan inkılaplar, iki yüz seneden beri devam eden bir cehtin, emsalsiz bir hayat mücadelesinin ve fikri gelişmenin o zamanın şartlarına ve içtimaî seviyesine göre meydana getirebildiği düşüncelerin mahsulüdür. Binaenaleyh, bu günkü şartlara, ihtiyaçlara ve ilmi seviyeye göre ayarlanması, geliştirilmesi, tamamlanması icab eder. Aksi takdirde yıkılmam istenen taassup zihniyetinin yerine mevcudu muhafaza gibi başka neviden bir taassup zihniyeti konmuş olacaktır ki, fikir hürriyetini ve içtimaî inkişafı durdurma bakımından aynı derecede zarar verecektir. Bu ise inkılabın aleyhine, onun prensiplerine ve gayesine aykırı bir hareket olacaktır. Çünkü hakikî inkılapçılık sadece mevcudu muhafaza değil, onu zamanın icaplarına göre inkişaf ettirme ve tamamlamadır. Zaten mevcudu muhafaza edebilmek için de daha fazlasını, daha ilerisini, daha iyisini daha mükemmelini istemekten başka bir çare var mıdır?

Sayın arkadaşlar, Mediha Muzaffer’in kaleminden sizlere sesleniyorum:

“Geceydi: Başkaları bahara, emellere, yıldızlara koşarken; zevkler, neşeler yabancı beldelere akarken sen, dalgaları, nehirleri, rüzgarları coşkun yurdun çocuğu uyuyordun. Hamdolsun: uyandın, uyuma artık!

Geceydi: Derin, korkun, simsiyah bir gece… Fırtınalar denizleri coşturuyor, yıldırımlar ufakları yakıyor, hakla kuvvet çarpışıyor. Sen bu engin karanlık içinde uyuyordun.” Hamdolsun uyandın, uyuma artık.

“Geceydi: Yurdumun her yeri karanlıktı… Dünyada görünen ışıklar başkalarınındı. İnsanları birbirine yaklaştıran, anlaştıran, sevgiyi, birliği, kuvveti yaratan, damarlarındaki aziz kanın varlığını duymuyor, uyuyordun.” Hamdolsun uyandın, uyuma artık! En büyük varlığın inkılaplarını koru!..

Gülsün beşeriyet, şu cehennemleri söndür;

Herkes ebedi neşeli, herkes ebedi hür…

Şirretlere, zulmetlere, zilletlere lânet,

Sen doğ bize, doğ ey fecr-i uhuvvet.

Hüseyin DOĞAN