Güzel bir bahar günüydü. Bir gün önce yağan yağmurla etraf nemli, yeni yeşeren yapraklar pırıl pırıldı. Mis gibi etraf bahar kokuyordu. Ben Hacınasır Camiine namaza gidiyordum. -Elmacı Pazarı önce hep sebzeci dükkânıyla doluydu-Tam oraya gelmiştim ki, bir feryatla irkildim, başımı kaldırdığımda siyah çarşaflı ki kadının çırpındığını gördüm. Bir kaç Fransız yollarını kesmiş peçelerini yırtıyorlar. Bunu gören dükkân sahipleri dükkânlarında bulunan sırıkları kapmış askerlerin üzerine hücum ediyorlardı. İçlerinde bulunan bütün hırslarıyla çarpışıyorlardı.

Bu günden itibaren bu gibi hadiseler birbirini takip etti. Bunun üzerine gece yasağı çıktı. Ayrıca gece geç vakte kadar ışık görünen pencerelere bir kurşun yolluyorlardı.

Fransızlar işi gittikçe azıttı. İllâ her gece bir hadise çıkarıyorlardı. Hatta gündüzleri dahi bizleri camiye bırakmıyorlardı. Bunun üzerine bazı satıcılar dükkanları kapamağa mecbur oldular. Sonraları evlerin bahçelerinden yol açtık çıkmazları sokakları ördük.

Fransızların müdahalesi gittikçe şiddetleniyor tahammül edilmez bir hal alıyordu. Bu durum karşısında her mahalle kendine göre bir çete kurdu. Daha sonra alınan bir kararla gücü yeten askere.., Ben de topçu başçavuşu oldum. Vazifem bazı arkadaşlarla Şıh’ın Dağında nöbet tutmaktı. Arada bir eve gelip onlara bir şey olmadığını haber veriyordum. Fakat evdekilerin durumundan adeta korkuyordum. Durum vahimleşiyordu.

Bir gün gelip ailemi ve çocuklarımı evimizin altındaki mağaraya koyup kapısını iyice ördüm. Vazifemin başına döndüm. Üç gün de eve gelmedim. Orda gece gündüz Tanrıya bütün Türk milletiyle beraber bizleri de koruması ve zafer gününün bir an önce gelmesini bütün kalbimle diliyordum.

Vazifemin başına bir gün gayet memnun dönüyordum. Eve gittiğimde gördüğüm manzara beni sevindirmişti. Bütün mahalle kadın ve çocukları bizim mağaraya dolmuş, bizimkiler arada kaybolmuşlardı sanki.

Yine bir gün Şıh’ın dağında pusudaydık. Yanımda 20-25 tane arkadaş vardı. Yattığımız yerde birbirimize ufak taslar alıp şakalaşıyorduk. Tam bu sırada bir arkadaş: “bizimkiler yardıma geliyorlar bize” diye bağırdığını işittik. Yattığımız yerden doğrulduk. “Hayır hayır” bu Türk askeri olamaz bunların yüzünden hainlik akıyordu. Arkadaşlara, “dikkat bunlar bizimkiler değil” dedimse de dinletemedim. Hepsi ayağa fırladılar. Her ne kadar yarı emir yarı samimi olarak ikaz ettimse de dinletemedim. Alabildiklerine koşuyorlardı. Fakat biraz sonra kendileri- de öğrenip geri döndülerse de yerimizi düşmana öğrettiler… Arkalarından bir yaylım ateşi başladı. Ben “sipere yat” emrini verdim. Bir etrafa baktım ki kimse kalmamış yanımda. Yalnız ileride biri çırpınıyor, diğerlerinin hepsi kaçmış. Kazandığımız çukurlardan atlaya atlaya arkadaşın yanına geldim. Bu ilk ayağa fırlayan ve arkadaşlarına müjde veren arkadaş kanlar içinde çırpınıyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Başımı doğrultmağa korkuyordum. Arkadaş son dakikaları yaşıyordu. Sayıklıyor, anasını, çocuğunu, karısını, arada bir de yarasından bahsediyordu. Ateş bütün hızıyla devam ediyordu. Bilmiyorlardı benim yalnız olduğumu. Arkadaş, oğlum yerinde olan arkadaş ölüyordu. İlk şehidimizi veriyorduk. İkincisi de ben olacaktım bu gidişle. Bu acının tesiri altında bu arkadaşın soğuyan cesedini sırtlayıp ayağa kalktım. Ben onunla meşgulken düşman çadır dahi kurmuştu. Tam ayağa kalktığım, esnada bir top gelip sağ tarafıma düştü patlamadı. Allah’ın büyüklüğüne sığınıp günahlarımı affetmesi için yalvararaktan kucağımda tuttuğum cansız vücutla ilerliyordum. Peşimden bir top daha geldi. Tesadüf bu ya, o da patlamadı. Kurşunumda bitti karşılık veremiyordum. Ama biliyorum ben de arkadaşım gibi can vermeliydim, ne mutlu ona ki vazife başında canını verdi. Ben de hazırdım ölmeye!... Fakat ne yapayım ki atılan toplar patlamıyordu. Ben bunları düşünürken kendimi yerde buldum. Kucağımdaki cansız vücudun üzerine kapaklanmışım. Galiba bir top daha gelmişti. Her nedense bunda biraz sarsıldım. Kendimi topladığım zaman kulağımın sağır olduğumu anladım. Evet bu kulağımı orda kaybettim. Yarım saat kendime gelemedim. Tanrıdan bir dileğim vardı o da kucağımdaki şehidi sahibine teslim etmek. Hayli yürüdükten sonra çok şükür istediğim oldu da. Tekrar şehrimize döndük, Buradan şehit olmadıkça ayrılmamağa söz vermiştim. Taaruz gündüz duruyor, gece hiç göz açtırmadan devam ediyordu. Gündüz de yaptıkları iş minareye çıkıp bizi alay etmek.

Yağmurlu bir geceydi. Müthiş dolu yağıyordu. Şehre yağan ateşe bir de şimşek karışıyordu. Kıbleden gelen üç yıldırım alevli bir şekilde tam düşmanın çadırının üzerine düşmüştü. Sabahleyin kalktık ki kimsecikler kalmamış. Yalnız bazı sağlam ve yanmış çadırlar ve tenekeler de kavurma ve konserveler. Böylece Allah’ın yardımıyla taarruz bir ara da olsa durdu. Bu fırsattan istifade edip evdekileri Urfa’nın kazası olan Halfetiye yollamak. Mağaraya da telsiz germek. Reislere haber verip yakın bir zamanda fikrini tatbik ettim. Hep birlikte çetelerle mağaranın içinden bir yol açtık kaza kaza bir çok mağaraları yer altından birbirine bağladık. Böylece Esembey’e kadar gittik bir bir kapıda ordan çıkardık. Telsizi gerdik kolejde haberleşiyorduk. Kolejde de asker vardı. Burda ki durumu şehrin o başına ordaki vaziyeti de bize bildiriyordu. Bazı yerlerde güvercin vasıtasıyla haberleşiyorduk. Beyaz bir güvercinimiz vardı. Arkadaşların biri bir gün bazı destanlar yazıp bir terdeğin içine koymuş bize yollamış. Ben de o gün nöbetteydim. Bir baktım bir silah sesi ufak bir cisim gökyüzünden yere doğru düşüyordu. Hava açık olduğundan iyice görünüyordu. O saatlarda habercimiz muhakkak gelirdi. Gelmeyince deminki yere düşen o mudur acaba? Büyük bir telaşa kapılıp herşeyi göze alarak düştüğü yeri tahmin ederek kimseye görünmeden yürümeğe başladım. Çünkü bu bir gizli haber olabilirdi. Yolda rezil rezil laflar ederek serbestçe dolaşıyorlardı. Biraz sonra birkaç Fransız’a rasladım. Körkütük sarhoştular. Beni görünce şaşırdılar. Karşımda hazırol vaziyeti alıp selam verdiler. Ben vaziyeti anlanım. Kendilerden sandılar muhakkak beni. Bu vaziyetten istifade edip onlara “defolun” emrini verdim. Onlar hayli uzaklaştıktan sonra aramağa devam ettim güvercini. Tahmin ettiğim yere gelmiştim. Bir hayli dolaştım. Aramanın boşuna olduğunu anladım sonradan. Tam yeri dönüyordum ki yerde birkaç damla kan gördüm. Tamam benden önce davrananlar oldu demek. Büyük bir üzüntü içerisinde kanı takip ettim. Biraz sonra gördüğüm manzara çok feciydi. Önüm sıra bir köpek gidiyordu. Ağzında saatlarca aradığım beyaz güvercinimiz vardı. İlerleyip ne yaptığımı bilmez bir halde halde güvercini ağzından aldım. Henüz canlıydı. Ayağına bağlanan terdeği aldım hemen. Vazifesini ifa etmiş bir asker gibi memnundu sanki. Biraz sonra konuşuyordu benimle bayağı. Ağzını üç defa açıp kapadı, çırpındı ve can verdi. Her ağzını açıp kapamasında “affedin beni uzun müddet size hizmet edemedim” der gibi geldi bana. Bir an gözlerimi yere indirdiğim zaman dehşetle irkildim. Köpek ayaklarımın dibinde can veriyordu. Kendimi toplamağa çalıştım. Ne olmuştu bu hayvana? Evet güvercini onun ağzında görünce onu bir Fransız zannedip belimdeki hançeri karnına batırdığımı yere düşürdüğüm kanlı hançerden hatırladım. Gayri ihtiyarı ne yaptığımı bilmeden yerden hançeri alıp ilerledim. Henüz birkaç adım atmıştım ki karşıma bazı dostlarım çıktı (!) Hem bir de yüzbaşı vardı yanlarında. Üzerimi arayacaklarını tahmin edip önceden terdekten çıkardığım kağıdı ağzıma koydum. Elimde kanlı hançerle beni görünce şaşırdılar. Birşeyler sorup yakama asıldılar, seslenmedim. Sonra kanlar içinde yatan köpeğe baktılar kahkahayı basıp gittiler.

Şıh’ın Dağına varmadan ağzımdan kağıdı çıkarmadım. Gerçi okumakta bilmiyordum ya. Beni genç bir arkadaş karşıladı. Ona kanlı kağıdı uzattım. Kanı görünce şaşırarak kendi sormadan ben cevap verdim: “Bir köpek öldürdüm” dedim; ona. Aldığı cevap kendini yere çiviledi sanki. Şaşkınlığı geçince elindekini açtı ve okumağa başladı. Bu yeni dizilmiş kimin yazdığını şimdi hatırlı yamadığım bazı manilerdi. Hatırladığım kadar söyliyeyim:

Yer karanlık gök karanlık

Yer demir gökyüzü bakır

Lane çok virane çok

Sandık sepetler tamtakır

Bir gelen yok bir giden yok

Tel çekildi çevreye

Top kurulmuş çifte nöbetler dikilmiş her yere

Kar yağar kurşun yağar

Kan fışkırır karlar erir

Haricin ahvalını ancak güvercinler bilir

Müslümanlar kurtarın Allah için

Yirmi bin mahsunu kestirmek niçin

Arlanın insaf edin, her gün kadınlar ağlıyor

İhtiyar acizleri acıları dağlıyor.

Açlığından benzi solmuş yirmi bin kurbanlığın

Böylemi icap eder kardeşliğin dindaşlığın

Yetişir dinime namusuma bu kadar hakaret yarap

İstiyorlar Anteb’imiz virane etmek yarap

Antep düşman elini kutsal kuranımıza

Onu kaldırmak için kasdediyorlar canımıza

İngiliz, Fransız susamış kanımıza

Gülerim yan bakanın aklına imanımıza

Öyle, kuvvetli kurulmuş ki bu yurdun temeli

Sarsamaz onu düşmanın insafsız eli

Gücü yetseydi Fransızın alçak emeli

Öldürmekti bizieri, yakmaktı memleketi

Fakat kaçtı buradan, yalnız kaldı izleri

Nice Şahinler verdik, kaptırmadık Anteb’i

Bir gün ailemden bir haber aldım. Oğlum fena hastaymış. Ailem Halfeti’nin kalesinde (Rum Kale) oturuyordu. Gitmek çok uzun sürer, aynı zamanda burdan ayrılmam mümkün değil. Ama içimden baba sevgisi ayaklanmıştı, bir kere. Reisten izin alıp yaya yola koyuldum. Gittiğimde oğlum ölmüştü. Ters yüzü geri döndüm. Meğer birkaç günün içinde neler olmazmış. Anteb’e geldiğim zaman evimizin yerinde yeller esiyordu. Düşman mağarada telsizle haberleştiğimizi haber almış olacak ki evi top âteşine tutup viraneye çevirmiş. Ama asıl maksatlarına erişememişler. Mağaraya hiç bir şey olmamış. Yalnız bazı top yerleri var o kadar.

Böylece haftalar yıl aylar asır gibi geçiyordu. Açtık ot ve kepek ekmeği yiyorduk. Durum tahammül edilmez hal alıyordu gittikçe. Yılmıyorlar, usanmıyorlar ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı. Bizde bir avuç çetelerimizle geri kalmıyor onların toplarına göksümüzü siper ediyorduk.

Bir gün beklenilen gün geldi etraf sakinleşti, düşman şehri terk ediyormuş. Çok şükürler olsun tanrıya.

Evet bu günler hep gelip geçti şehrimiz güzel Anteb’imiz kurtuldu. Hem de Gaziantep namı altında. Fakat nice Şahinler, Karayılanla Mehmet’ler. Bu Mehmetler arasında benim Mehmet’im de gitti. Babası sadece kulağını vermiş; ama oğlu bu şerefli ölüme, şehit olmuştur.

Türkiye’nin her yeri vatan, atalarımızın kanıyla sulanmıştır. Fakat Antep’te sade kan değil şehitler yatıyor. Hem de bir çokları bir arada. birbirlerinin kolları arasında. Kefensiz nice Şehitler şahinler yatıyor burda.

Gaziantep Kız Enstitüsü

Ayhan URAL

NOT: Bu yazı Kültür Derneğinin (Gaziantep Savaşına katılan bir tanıdığınızın hatıralarını yazınız) konulu kompozisyon yarışmasında 7’nci gelmiştir.