Antep tarihine girmezden evvel coğrafyasında biraz dolaşmayı muvafık görüyorum. Zaten tarih ve coğrafya, birbirinden ayrılamayan bilgilerdir. Birbirinden ayrı düşünülmeyen zaman ve mekân mefhumları gibi.

Biri zamanın haritası, diğeri mevkiin hikâyesidir.

Gaziantep, eski yerinden biraz cenuba doğru yürümüştür. Şimdi orada Dülük isminde küçük bir köy vardır.

Bu kımıldayış bir çok şehirlerde olmuştur. En yakınımızdan bir misal aramak icap ederse, Maraş, zikredebiliriz. Evvelce Erkenez çayı üzerinde bulunan Maraş, şimdi Karamaraş denilen yere, sonra da şimdiki bulunduğu mahalle intikal etmiştir.

Gaziantep üç tepe üstüne kurulmuştur.

Bunlar: Türk tepe, Tepebaşı. Kayacık üstü denilen tepelerdir.

Türk tepe doğu, Tepebaşı batı tarafında, Kayacık bunların arasında Tepebaşına daha yakın bir yerdedir.

Bu tepeler ile maileleri ve aralarındaki düzlükler, şimdiki Gaziantep şehrini meydana getirmektedir.

Şehir, doğudan batıya doğru uzun, kuzeyden güneye[1] doğru daha kısadır.

Batı tarafında Lisenin yanında yapılmış güzel bir karakolun önünde Fevzi paşa, Maraş ve Kilis’ten gelen şosalar birbirini kastederler. Buradan şehre iki şosa ayrılır. Biri şehrin güney kenarını dolaşarak Belediye dairesi ve Belediye hanına götürür. Diğeri Büyük Gazi bulvarı olup doğuya doğru Lisenin ve Belediye bahçesinin önlerinden geçerek Cumhuriyet Halk Fırkasının karşısında Atatürk’ün heykelinin konacağı yerden ve biraz ileride Şehitler abidesinin yanından şehrin en güzel ve en şen bir mahalli olan “Suburcu” mevkiine kadar devam eder.

Bu yolun üzerinde muntazam aralıklarla dikilmiş yaşlı dut ağaçları, akasya ve çınarlar vardır. Şehrin Güney ucundan gelip hükümetin yanından geçen bir şosa da Antep’in güzel mesirelerinden birisi olan Alleben’e ve biraz ileride spor mahallinin bulunduğu meydanlığa kadar kuzey istikametinde devam edip buradan şarka doğru yönelir, fıstık mahsulü veren çok güzel köylerden geçtikten sonra Nizip ulaşır.

Bu yolun iki tarafına da şehirden epeyce mesafeye kadar muntazam ağaçlar dikilmiştir.

Ayni şosa, güneye doğru devam ederek Dutluk denilen, istiklâl savaşında tahrip edilip tekrar yetiştirilen bağlık, bahçelik bir mesirede nihayetlenir. Mebdei, şehrin doğusunda olan bir şosa dahi doğuya doğru yarım saat gittikten sonra Hummanızdan güney istikametini alır ve Akça Koyunlu istasyonuna yetişir.

Bu şosaların aralarında muhtelif yerlere giden eski yollar şehri bir örümcek ağı gibi çevirmiştir.

Şehrin etrafı düzdür kısmen mezarlar, kısmen bostanlarla çevrilmiştir. Bu bostanlar, senede iki, hatta üç mahsul verir ve her mahsul alındıkça gübrelenir. Uzun asırlardan beri devam eden bu hal toprakları tamamı ile “Hüümüs” haline koymuştur.

Zikrolunan bu düz arazi çok devam etmez.

Doğuda son evlerden başlayarak ve gittikçe genişlemek üzere Salavat yokuşuna, Perilikaya’ya Hummanız ve Cünüt dağlarına kadar yarım saatlik bir mesafede....

Batıda, şehrin en güzel ve meşhur bir mesiresi olan Kavaklıktan Gerecin dağlarına kadar üç saatlik bir mesafede ...

Kuzeyde Hacı baba Dülükbaba ve Erikçe dağlarına kadar bir saatlik mesafede

Biter.

Güneyde mezarlarla örtülü̈ olan düz yer, çeyrek saat sonra Düztepe mailelerine yetişir.

Demek oluyor ki Gaziantep, batıdan doğuya doğru uzun, kuzeyden güneye doğru kısa bir vadinin içinde bulunuyor. Bu vadide birçok kaynaklar, çaylar, pek münbit topraklar vardır.

Antep’i yakından çeviren dağların ötesinde, müttehidi merkez dairenin İkincisini teşkil eden ve uzaklığı nispetinde yükselen ikinci ve bunların ötesinde de üçüncü̈ dağ halkaları dalga dalga devam eder gider. Birinci çerçevenin içinde Antep şehri vardır. Birinci ile ikinci çerçeve arasında Antep’in meyve bahçeleri, dut ağaçları, kıymetli bağları, çok feyizli toprakları, suları ve çayları vardır.

Daha ötelerde daha yüksek dağlar, daha geniş topraklar var .... Fıstık ağaçları, cehri ağaçları, pekmez ve üzüm köyleri var…

Bu dağların, bu feyyaz toprakların merkezi bulunan bir yer tabiî ihmale uğrayamazdı.

O yer ki eski çağ tarihinde ve bütün orta çağ savaşlarının, bütün tanınmış medeniyetlerin uğrağı olan bir yerdir.

İşte bu merkez, bu yer, dağların kat kat çevirdiği, tabiatın kol kanat gerdiği bu şehir, bugün “Gaziantep” adile karşımıza dikiliyor.

Gaziantep kurulurken tam bir şehir olarak kurulmuştur.

Geniş caddeleri, su taksimatı, lağımları, çok eskiden kalma kalesi bunu gösteriyor.

Alaybeyinden şehrin güney ucuna giden...

Şehrin batı ucu olan Akyol’dan doğu ucuna kadar devam eden; şimdiki hükûmetin önünden geçip arsada biten caddeleri geniş ve muntazamdır. Ne çare ki sonradan Ermeni inşaatı bu caddelerin, Türklere mahsus sade ve zarif manzarasını bozmuş, çinko kaplı, zevksiz, manasız, mimarisiz köşklerle kamburlaştırmıştır.

Hudut:

Antep’in kuzeyinde Maraş ve Malatya vilâyetleri, Güneyinde Suriye, Doğusunda Fırat nehri ve Urfa vilâyetinin Birecik kazası, Batısında Seyhan vilâyetinin Osmaniye kazası vardır.

Dünya üstündeki mevkii İzmit’ten geçen nısfınnehar dairesine nazaran 35.50 derece tulu şarkî ve 37.8 derece arzı Şimalide bulunuyor.

İklim:

Yukarıdan anlaşıldığına göre ve herkesin bildiği veçhile mutedildir. Vasati soğukluk ve sıcaklık hakkında kati bir rakam söylemek mümkün değildir; çünkü̈ bu husus, fenni surette tespit edilmemiştir. Binaenaleyh azami ve asgarisini söylemekle iktifa edeceğiz.

Yazın santigrat 30-36 dereceleri arasında dolaşır, en sıcak günlerde bazen 38’e kadar çıkar.

Kışın, sıfırdan bir kaç derece aşağı düşer, bunun ona hatta nadiren on beşe düştüğü̈ de vakidir.

Mevsimler, takvimin yapraklarına uyarak yürümez. Biraz keyfîlerine göre hareket ederler. Bunların içinde en az ömürlüsü̈ ve en mağduru bahardır. Bazen kışın bazen yazın tecavüzüne

uğrar, güller bülbüller hemen uçar gider.

Yaz ve kış günleri, birbirine hemen denktir. Sonbahar bazen yazdan, bazen kıştan çırpıştırır, hissesine düşen günleri alarak şöyle böyle hükmünü̈ icra eder, Baharın da öcünü̈ almış olur.

Rüzgârlar, daha serseridir. Mevsiminin günlerine ayrılmış, ve uymuş değillerdir.

En çok kışın esen poyraz üşütücü ve dondurucudur. Ara sıra vukua gelen don vakaları en çok poyraz zamanlarına tesadüf eder. Kışın zararı insanlara ve belki de bulutlaradır.

Rasgeldiği elleri ve yüzleri keser, çatlatır. Çok şiddetli olursa ağaçları da kurudur.

Son beş sene zarfında çok fazla esen poyrazlar çok fazla kuraklıklara tesadüf etmiştir. Bunun, bulutları sürüp götürmek dolayısıyla mihaniki, çok soğuk yapması sebebiyle yağmurun tekevvününe mani fizikî bir amil olduğu akla gelen şeylerdendir.

Yazın esen poyraz yaz mahsulüne çok zarar verir. Çiy düşmesine (yağmurda olduğu gibi) mani olur. Kavun, Karpuz ve emsali mezruâtın yaprakları tozlanır, sonra burada zenk denilen bir hastalık baş gösterir.

Garp rüzgârı yaz mevsimi, poyrazdan fırsat buldukça eser Garbı yani çiy düşer, sayfı dediğimiz yaz mahsullerinin yapraklarını yıkar, hemen hemen bir sulama tesiri yapar, sabahlayın yapraklar üstünde biriken inciler, yetişecek mahsulün bereket derecesini gösterir.

Doğudan gelen rüzgârlar, çok vakit kar ve yağmur getirir. Bu sebepledir ki bazı kimseler, yağmur bulutlarımızın Basra körfezinden geldiğini söylerler. Bununla beraber, halk Barometre kadranına bakar gibi biz de garp tarafından. İskenderun körfezi istikametine yani kendilerinin tabirince (fitne bucağı) na bakarlar.

Orada; koyu, siyah bulutlar görürlerse, yağmur yağacağına hükmederler.

Rutubet:

65-70 arasındadır. Yağmurun toprağa nüfus derecesi, Ziraat dairesi rasada memurunun verdiği malûmata göre vasati 600 milimetredir.

Geçen yıla takaddüm eden kuraklık devresinde (200) mil-metreye kadar düştüğü olmuştur. Bu sene, dört buçuk ayda 600 milimetreyi bulmuştur. Şu hale göre seneyi ikmal edinceye kadar çok fazla olacağı şüphesizdir. Azami ve asgari rakamlar arasında açıklık pek fazladır.

Evvelce çok kar ve yağmurlar yağdığı, suların daha bol, daha coşkun olduğu muhakkaktır. Bunu yaşlı adamlar hep ağız birliğiyle söyledikleri gibi buna bir parça biz de şahit olduk.

Kar ve yağmurun azalmasını Süveyş kanalının açılmasına atfederler. Demek oluyor ki bu azalma o zamandan beri devam ediyor. Şu yanlış kanaatin bir faydası varsa, o da bu azalma keyfiyetine bir başlangıç tayin etmesidir.

Hadiseler arasında sebepler aramak beşerin kafa tası içinde ilim nurunun bir mayasıdır. Demek oluyor ki yanlış kanaatler, hurafeler dahi hakikat doğru bir emeklemedir. Fakat bu merhaleden çabuk geçenler daha ileri gitmişlerdir. Bu azalmanın hakiki sebebi ormanların etraftan gittikçe azalmasıdır.

Antep’in rakımı:

Deniz sathinden takriben 900 metredir.

Dağlar:

Toprak üç tarafda dalgalı Suriye ve Kilise uzanan kısım düzdür.

Bu dalgalı arazi üstünde irili ufaklı bir takım dağlar vardır ki bu muhtasar yazıda zikrine lüzum yoktur.

Şehrin dört beş kilometre kuzeyinde Dülük baba dağı vardır ki oldukça bir irtifaa maliktir.

Batıda yirmi kilometre ötede Sof dağları yükselir, kuzeyden güneye doğru uzanır. Tepelerindeki düzlüklerde sulan gayet sağlam pınarlar vardır. Bu düzlükler birbirlerine keçi yollar ile geçerler. Ayni zamanda yüksek kayalarla çevrilmiş olup rüzgâr cereyanlarına karşı da kapalıdır. Havası kuru ve tebdil havaya gayet elverişli bir yerdir. Burada evvelce geniş ormanlar bulunduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Yukarıda söylediğim gibi şehrin etrafındaki dağlarda, Sof dağları üçüncü kademesini teşkil eyler.

Vilâyetin şimal ve şimali garbi cihetinde kara ve kızıl dağlar vardır. Bu dağlar Fırat’ın yakınında ve eski Halfeti kazası dahilindedir.

Güney tarafında Kürt dağları vilâyeti çerçevelemektedir.

Nehirler:

Şehrin bulunduğu vadi dahilinde ve buna mücavir olan yerlerde bir çok kaynaklar ve sular vardır.

Bunlardan başlıcası:

Sacur, Kuveyk nehirleridir.

Sacur

Şehrin garp ve şarkında muhtelif kaynaklardan hasıl olup şarka doğru akar. Nurgana, Babilğe,Kilisecik önlerinden geçerek cenubu şarkî istikametini alır. Buralarda birçok pınarların sularını aldığı gibi Büyük Kızılhisar ile Şiveydin arasında Seylan höyüğü dibinde çıkan ve en büyük ayaklardan biri olan Karpuz atan kaynağının suyunu alır. Tılbaşar ve Mezere önünde gene şark istikametini alarak Munbuç kazasının yirmi kilometre kadar şimalında Fırat’a dökülür.

Gaziantep suyu:

Bu su, şehrin garbinde Pancarlı denilen mevkiden çıkar ve hususî bir mecra ile üstü kapalı olarak şehre kadar gelir, Suburcunda Maarif kahvesinin bir tartında bulunan taksim mahallinden evlerdeki havuzlara dağılır.

Bu su, yolda birçok değirmenlerden geçer. Bu sayede içine bir çok hava zararı giderek daha ziyade hafiflerse de değirmene yük getiren bir çok kimseler tarafından muhtelif surette kullanıldığı gibi yolcular tarafından bir çok yerlerinden kapaklar açılarak öylece bırakılır, önünden geçtiği köylerde de açık bir halde bulunduğundan bu suyun sıhhî evsafı tamamıyla kaybolur. Bu elvermiyormuş gibi şehir dâhilin dede havuzdan havuza geçer, böylece hayatî bir ihtiyacın 'define vesile olan su, aynı zamanda da pek mükemmel nakili emraz vazifesini görür.

Bu hususta Belediyece bazı tedbirler alınmış ise de maksada kifayet etmekten çok uzaktır. Gene belediye tarafından bu suyun demir borularla şehre akıtılması ve havuzlar yerine musluklar ikame edilmesi için bu işi deruhde edecek bir şirket araştırılmasına teşebbüs edilmişti. Bu husus neticelendiği takdirde Gaziantep sıhhatçe çok şeyler kazanmış olacaktır.

Bu şu evvelce yer altından akarak sonra açığa çıkar. İlk uğradığı değirmene Baş değirmen derler. Buradan Dülüğe doğru kayalar üstünde kazılmış eski ve dolmuş bir suylu yardır ki Maraş’ta Fevzi paşaya giden şasanın sağ tarafında; Dülükbabanın cenüb mailesinde bu değirmen cihetinden; gelip Dülük köyü istikametine giden geniş bir su yolu görülmüştür.

Bunlara bakarak vakti ile Mahir efendinin bu suyu Baş değirmenden Antep şehrine çevirdiği ve hususî mecrayı buradan itibaren yaptığı kuvvetli bir ihtimal dahilinde bulunuyor.

Bu su şehrin düz mahallelerinde' evden eve geçtiği gibi yukarıda isimleri geçen üç tepenin üst ve yanlarındaki evlere de kuyudan kuyuya geçmektedir.

Her kuyu doldukça su başka kuyuya geçer, bu da dolduktan sonra, öbür kuyuya akar. Bir tarafta olan kuyular dolup bittikten sonra, su başka cihete çevrilir. Şu halde bu kuyular, birer su deposu, bir sarnıçtan başka bir şey değildir. Bunun da ne kadar mahzurları olduğu malûm bir şeydir.

Şehrin su ihtiyacını defisin bir takım başka kaynaklar da vardır. Şaraküstüde Esembek (İhsan bey) suyu. Gene o semtte Kırkayak suyu, daha beride Bişirci suyu, Belediye hanına gelen su ki Antep’in en iyi ve en hafif suyudur. Allebende Kasarcı pınarı. Bu su Tabakhane semtine akar evden eve geçme olmayıp musluklarla taksim olunmuştur.

Osmaniye kasetli şehrin en kalabalık çarşısı olan Arsada oldukça geniş bir sudur. Başka bir koldan evlere de dağılır. Şeyhcan suyu da bazı kuyulara gider.

Geçen sene gaz deposu yakınında Belediye tarafından oldukça mühim bir su bulunmuştur.

Bütün bu sular şehrin şark kısmına tesadüf ediyor. Hamam Gazali suyu da şark tarafta olmakla beraber biraz da kuzeye düşer.

Bu sular muhtelif kaynaklardan tahtelarz yollardan gelirler ve kuyulara taksim olunurlar. Açık bulundukları yerlere siyah taşlardan yapılmış gayet uzun merdivenlerle inilir.

Tahtelarz su taksimat ve tertibatı, dahi yukarıda şehrin kuruluşu hakkında söylediğimiz sözleri teyit ediyor.

Su taksimatı... Lağımlar .... Geniş ve muntazam. Yollar

Bunlar, medenî bir zihniyetin haricî görünüşleridir.

Medeniyet bir tasnif ve 'zümrelenme işi ise, bunun başlangıcı maddede ve ilk ihtiyaçlarda görünür.

Su, tabiatın rasgele nimeti şeklinden çıkmıştır. Bunu her ferd: ormanlardaki kardeşleri gibi bulduğu yerde içmiyor, Su şahsî bir ihtiyaçtan ziyade umumî bir ihtiyaç şeklini alıyor, organize oluyor, tertibat ve taksimata giriyor.

Lağımlarda da ayni mantık ve mukayeseyi yürütebiliriz.

Muntazam ve geniş yollar, muntazam ve geniş düşünenlerin, medeniyet düşünceleri eseridir.

Buna, hiç bir şehre ben emilecek derecede hamamlarının bolluğunu yani umumî temizlenme mahallini ilâve edersek, başka suretle sözü uzatmaya ve sadattan ıraklaşmaya ihtiyaç yoktur.

Demek oluyor ki Gaziantep çok eski bir medeniyet izlerini taşıyan eski bir şehirdir.

Şimdi asıl mevzuumuz olan su işlerine dönüyorum:

Yer altından, yer üstünden gelen su tertibatından başka tabiatın dâhi çok müstesna bir lutfi vardır.

Düz mahallelerdeki evlerin hemen hepsinde de birer kuyu vardır. Bunların suları hep tatlıdır. Toprak çok kilsi olduğundan kireç miktarı fazladır. Bir de başka bir mahzur vardır.1 Kayalar çok yumuşak ve çok mesamatla olduğundan sızıntı çok ilerlere kadar gidebiliyor. Yollardan geçen lağımlara evlerdeki halelere göre kuyuların mevkii eyi tayin, edilmemiştir.

Kimya ve fizik ilimlerinin çok ilerlemesi sebebiyle si telâkkisi değişmiş olduğundan eskiden ayni maksadı güden bu

tesisat üzerinde yeni ilmin icaplarına göre şöyle bir el yurdamı yapmak maksadı temine kifayet eder.

Kuveyk Nehri:

Antep’in şarkında üç saatlik bir mesafede bulunan Cağlığın köyünün takriben iki yüz metre şimali garbisindeki bir kaynaktan başlar.

Başında gümüş gibi bir beyaz tepecik vardır. Tam şimal bitişiğindedir. Kim bilir bunlar kaç asırlık bir ihtiyardır?.

Sessiz sessiz akıp giden sathı üzerindeki kırışıklıklar,

kim bilir, ne gibi geçmiş maceraların bıraktığı teessür izleridir?...

Bu bir seyyal kitabedir Orhun abidelerinin çizgili yazılarını andırır.

Alnının yazısı Türk tarihinin bir yaprağıdır.

Türk elinden çıkar, Türk elinde tükenir. Ana vatan, onun Nirvana’sıdır.

Cağdığın köyünün doğusunu kaplayan yüce bir dağın

en yüce bir kayası var; Ballıkaya. Göklerin nihayetsiz derinliklerinden gelen yıldırımları altında .... Aşırların dibi bucağı bulunmayan fırtınaları karşısında eğilmek bilmeyen bu yüce kaya, kim bilir ne kadar zamandan beri beyaz kumlar üstünde oynaşan bu dalgacıklara... Hacara doğru salına salma giden bu Türk suyuna derin hasretlerle bakmıştır ?...

Bu yalçın kayanın üstünde, madenî bir sayha ile bağıran alıcı bir kuş, bir atmaca, bir şahin gecenin sessizliği içinde derenin koyu karanlıklarına, ay ışığının baygın hareketsizliğine ağaçların kırçıl gölgelerine, kim bilir neler anlatmak istiyor?

Bu nehrin çıkışı ve ilk akışı o kadar mükemmel bir şiir çerçevesi içindedir ki bunu bir tablo halinde göz önüne koymak bu âciz kalemin işi değildir.

Kuveyk nehrinin başlangıcı olan kaynağa köylüler “Paşapınarı diyorlar. Kutru takriben on beş metre gelen bir daire şeklindedir. Bu daire, cenub tarafında açılır, ilk defa Cağdığım köyünün önünden geçen bir mecranın yani “Kuveyk” nehrinin başlangıcı olur.

Bu dairenin etrafında sık gölgeli kür ağaçlar var. Bunların çoğu, “Yalangoz, dediğimiz ağaçlardır. Dallarını eğerler, gölgelerini bu serin suyun içinde yıkarlar, yapraklaril sathını öperek mecranın iki tarafında devam edip giderler.

Gene bu dairenin etrafında küçücük kaynaklar suyun sathine birer hafif fiske vurarak çıkar, kendi mecrasına dökülerek gider.

Yazın buraya giren bir yolcu, beyaz bir tepeciğin dibinde, gümüş kumlar üstünde akan, koyu gölgeler altında harelenen şeffaf bir su karşısında bulunduğu vakit kendini cennette -zanneder.

Suyun bu çıktığı yere “Paşa pınarı, Akpınar’’ dahi derler.

Hemen elli metre kadar ilerde garp taraftan gelen bir değirmen döndürecek kadar kuvvetli olan Değirmenli dede suyu gelir. Bu suyun membaı, üç kilo metre ötede, Kilisecik köyünün şark ittisalinde yüksek bir dağın altında cesim bir çınar ağa emin dibinden çıkar. Yazın buraya kır eğlentisi için Antep’ten otomobillerle aileler gelir.

Akpınar’la Değirmenli dededen gelen bu suyun arasında birçok ufak kaynaklar vardır. Hep bunlar birleşerek Cağdığın köyünün önünden akan pınarı da alır, beş on hatva ilerde yapılmış olan şedden şarkı cenubîye doğru geniş bir mecra içinden akar. Bir saatlik ilerde bulunan Hacar karyesine vardığında bu suyun üçte biri Hacar arazisini sular.

Geriye kalanı Büyük kızılhisar arazisinden geçer, Şiveydin toprağında köyün takriben beş yüz metre şimali garbisinde Sazğından gelen su ile birleşir.

Kuveyk nehrine burada dökülür. Bu su nanbaını başlıca iki kaynaktan alır; birisi Kırkgöz pınarı, diğeri Sazğının önündeki pınardır.

Kırkgöz, birçok ufak gözlerden kaynadığı için bu adı almıştır, Sazğın arazisini sulayan ve bu topraklara çok kıymet koyan bu sudur.

Köyün hemen kıblesinden çıkan pınarın yeri arazi seviyesinden aşağı olmakla Sazğın topraklarına bir faydası yoktur.

Bunlara, Sazğın köprüsünün şarkından gelen ufak bir usu dahi karışır.

Bu suretle Şiveydin toprağında bu ayakları da alan Kuveyk nehrinin sekizde biri, Büyük kızılhisar köyünün Seylan arazisini sular. Karacaveren’e yetişmeden evvel dağın altında oyulmuş bir mecradan geçer.

İkizkuyu, Beşdeki köylerinin önünden geçerek Arkık köyüne yetişir.

Burada Kuveyk nehrine garp tarafından gelen bir ayak karışır.

Bu ayak dahi iki kaynaktan gelir.

Biri Elmalı suyu, diğeri de Kerer köyünün önünde harman yerinden çıkan sudur.

Bunları da aldıktan sonra Bekit köyünün yanından Bakıda köyünün arazisinden geçerek Kılcan ve Pancarlı [2] ya yetişir. Bunun ilerisinde Balık soyunu alır.

Zıranbı karyesinden geçen sacurdan Tünp tarafına doğru kazılmış eski bir mecranın izlerine tesadüf edilmektedir.

Eski bir Halep salnamesinde Kuveyk nehrinin eski adının Chalus olduğu yazılıyor. Bu isimde, Fransada bir şatoya ve bir de bu şatoya müzaî eski bir hanedana tesadüf ediyoruz. Hatta üçüncü Haçliler savaşının başlıca simalarından olan Aslan yürekli Rişar, Flip Ogüstle yaptığı muharede de, 1199 tarihinde bu müstahkem şato önünde telef olmuştur.

Zamanımızın sekiz asır gerisinde karanlıklar içinde gizlenen bir münasebeti arayıp bulmak ve aydınlığa çıkarmak imkânı yoktur.

Bu, bir münasebet mi yoksa sadece bir tesadüf, bir benzeyiş mi? Buna da hüküm verecek elde bir belge yoktur.

Rişarla beraber Şalüs hanedanından birisi Haçlılar seferinde bu taraflara, geldi, bu nehre kendi ismini mi verdi?..

Akla gelebilen bu şey, bir zan ve ihtimal dairesinden ileri gidemez.

Zan ve ihtimaller büyük bir kıymet ifade etmediği gibi bunu çürütecek başka bir sebepte vardır.

Bundan takriben iki bin üç yüz sene evvel Sokrat’ın şakirtlerinden xenophon Anadolu seyahati esnasında bu suyu (Hals) ismile anıyor ve şöyle diyor:

Hals, küçük bir nehirdir. İçinde balıkların envai var. O havali ahalisi göverçinlere taptıkları ve bu kuşlara dokunmadıkları [3] gibi bu nehrin balıklarına da taparlar ve avlan­malarına da müsaade etmezler.

Şu hale nazaran Şaîüs ismi (Hals) in tahrife uğramış bir şeklidir.

Bundan başka bu nehre (Seyfa) yahut (Seyküyim) ve (Bilus) ismi de verildiği mervidir.

Bu nehre bir Türk Emiri olan Tolun oğlu Ahmet zamanından beri “Kuveyk’’ adı verildiği anlaşılmaktadır. Buna şöyle böyle bin yüz sene oluyor.

Arapça Kuveyk nehri hakkında birçok manzumeler vardır. Bu tarihten evvele tesadüf eden manzumelerde bu isim katiyen mezkûr değildir. Bu, ta Abbasîler zamanında buralara gelmiş bir Türk emirinin ismi olsa gerektir.

Coğrafi, kısmı başka bir arkadaşın yazmakta olduğunu haber aldığımdan burada bu sahadan ayrılıyor, tarih kısmına doğru yaklaşıyorum. Buna tarih demedense başka bir isim vermek daha münasip olurdu. Çünkü tarih yazacak elde vesait olmadığı gibi bu aciz kalemin dahi tarih yazıcılık sıfatını benimsemekten çok uzaktır. Bu olsa olsa bu vadide şöyle sathî bir dolaşmaktan ibaret kalacaktır.


[1] Burada, bu kelime, kıble manasına kullanılır.

[2] Bu köy, Antep’in garbindeki Pancarlı mevkiinin adını taşıyan başka bir köydür.

[3] Eski iktidarların asırların süzgecinden geçerek aramızda adet şeklinde lisanımızda kelime halinde yaşadıklarına en iyi bir delildir. Bizde hala güvercinlere dokunmak günahtır diyenler ve bu kuşlara ilişmeyenler çoktur.

Sam köyünde bir pınarın balıklarına ziyaret diye ilişmezler. Urfa’da Halilürrahmandaki balıklarda böyledir. Belki bu, eski totemisme zamanından kalma daha eski bir akidenin izleridir.

Birisine su verildiği vakit Babanın canına değsin! derler. Ölünün sevdiği yemeği pişirip dağıtırlar. Bazı köylerde evlenme esnasında kızın bulunduğu köyün ahalisi kız almaya gelenleri taşlarlar. Kız kendi arzusu ile gitmiyormuş gibi bir kavga muvazaası!

Hep bunlar, arkası dört beş bin seneye uzanan “ ibadeti ecdadın şurada burada kalmış bakiyeleri, değil midir? Örf ve âdetler, diller, en doğru tarih­lerdir, eğer membaı bulunabilirse ...

“Alan’’ kelimesini burada garp taraftaki köyler kollanırlar. Bundan beş altı sene evvel Bulgaristan’dan bir gazeteye basılmış bir şiirde bu kelimeyi gördüm. Bu kelime şimdiki gibi aramızda menus ve müstamel değildi. Şu bir tek kelime, eski atalarımızın buralardan Bulgaristan’a doğru kudretli cevelânını gösteren güzel bir anahtar değil mi?..