Yaklaşan Kurtuluş yıldönümümüz münasebeti ile:

Antep-Fransız Harbinde şehir, şimalden cenuba ikiye ayrılmıştı: Doğu bölgesi, Batı bölgesi.

Doğu bölgesi Müslümanların; Batısı da Fransızlarla Ermenilerin ellerindeydi.

İslam mahallelerinin hepsinde basit birer sığınak vardı. Bunlar ya mahallenin en emin bir evinin sağlam bir bodurum katı, ya da bir küflü mağra idi.

Bodurumların kemerli tavanları taştan çatılmış kap olduğu için halk bunlara sadece (kap) derdi.

Bizim (Kazaz Mahallesi)’nin sığınağı: (Mürsel oğlu Mustafa Paşanın Harem Dairesinin kabı) idi.

Fransızları şehri bombardımana başladılar mı her mahallenin eli silah tutmıyanları bu sığınaklara sığınırlardı.

Günün birinde düşman topları bizim sığınağın yakınlarını dövmeğe başladılar. Burada barınmak imkansız bir hal aldı. Sığınak deniştirdik. (Kalenin deliği) ne taşındık.

KALENİN DELİĞİ

(Gaziantep Kalesi)’nin etrafı vaktile, derin ve geniş bir hendekle çevriliydi. Kalenin Batı tarafındaki hendeğe indiniz mi, dar ve karanlık bir delikten, kalenin altında karanlık bir zeminliğe girerdiniz. İşte bizim yeni barınak burası idi. Maden kömürü ocağına benzer ama o ocaklar aydınlatılmış olur, burası zifiri karanlıktı.

Bu zeminliğin içinden yine kalenin altına giden bir yola açılır, korkunç ve dar bir delik daha vardı. Bu delikten girer ve dar, harap, karanlık bir koridordan 500 metre kadar giderseniz. (Acı Su) ya varırdınız.

Haniya: (Antep Kalesi’nin altında Acı Su var, Tatlı Su var) derler ya. İşte bu su, o acı su şimdi bu hendek dolmuş ve bu delikde kapanmıştır.

1933 Yılında bu acı suyu görmek için bende el fenerile iki defa gittim ve gördüm: Küçük bir göl ama çevresi ne kadar, ötesi nerededir, bilinmiyor, tamamı gözükmüyordu. Kalenin altındaki (Tatlı Su) yu da hiç görmedim.

Ne ise biz konumuza dönelim: Muavenet asker ailelerine yardım komisyonu)’nda kâtiptim. Arkadaşımda Abd-ül Kerim Tâceddin bey idi. Komisyon reisi semt reislerinden (Durdunun oğlu merhum Süleyman Ağa) idi.

Yemek zamanları gelir bizim sığınakta o gün elimize ne geçmişse ailemizle beraber yirdim, ama içime zehir zıkkım olurdu.

Çünkü kalabalık içinde çocuklar ağlaşır, şehit anaları döğünür, hastalar inleşir, geçimsizler yer için kavgalaşır, kalabalık uğuldaşırdı. İniltili bir gulgule, (ıstıraplı bir koro,) (müziç bir uğultu) içinde yenen yemekte tad olur mu? Bu mahşeri kalabalıktan kopan matem sayhası içinde duyduğum canhıraş bir ses hâla kulaklarımı tırmalar ve içimi parçalar: 16 yaşlarında genç bir çocuk, bir binbaşı çocuğu, bir kirevit üzerinde yatar, durmadan inler, inler, inlerdi. Bir hastaydı, veremdi. Zavallı annesi başı ucunda bekler, babası, günün belirli saatlarında gelir, hal hatır sorardı. Bir keresinde binbaşı, İnsani bir hisle oğluna şöyle demişti:

- Oğlum, biraz sessiz inlesende etrafını rahatsız etmesen ne olur?

Hasta oğul-Dayanamıyorum baba, dayanamıyorum babacığım! Diye daha çok feryada başladı. Zavallı baba göz yaşlarını sile sile çıkar giderdi. Başka ne yapabilirdi? Dışarıda toplar şehire cehennemler yağdırıyor; doktor yok, ilaç yok, rahat yatacak bir hastahane yok. İçerde bozuk hava, kötü teneffüs, uğultu curcuna! Nihayet hasta, mum gibi söndü, iniltisi de dindi, işte Gaziantep Harbi neslinin on bir aylık ömrü, kısa bir mütareke devri hariç böyle dayanılmaz sıkıntılar içinde geçti.

Ey Gaziantep Gençliği Birinci vazifen; altı bin şehitle, bir o kadar kolsuz bacaksız fedakâr Gazilerle ve top mermileriyle bir olmuş bir halde kurtarıp, senin demir ellerine bu mukaddes emaneti teslim eden ecdadına, minnet ve şükran borcunu ödemek için, onu gözbebeğin gibi korumak, her sahada medenî memleketler seviyesine yükseltmek ve yine icap ederse her karış toprağını, babalarının, dedelerin gibi müdafaa ve muhafaza etmektir ve şimdiden göstermiye başladığın sanat, ticaret, ziraat, i’mar, kültür hareketlerine her gün artan bir tempo ile devam etmek kahraman geçmişlerine hayırlı halef olmaya çalışmak ve onların ruhların şâd etmektir. Bunları senden beklemek, onların hakkıdır.

Şakir Sabri YENER