Benim çocukluk çağım ikinci Abdulhamidin Padişahlık zamanına rastlar. Kendinden önceki ataları gibi Abdülhamit için de yılda iki kez coşkun törenler yapılırdı.

Doğum ve tahta çıkış günleri çılgın sevinçle kutlanırdı.

Halk bu kutlamalara "Bezek” derdi. "Donanma” diyenler de olurdu, Çünkü o gün her taraf bezenir ve donanırdı. Daha ziyade deniz araçlarının donatılmasına "donanma” denirdi.

O günün yazı dili başka, konuşma dili başka idi. Gazeteciler "doğum” sözcüğü yerine arapçası olan "Velâdet” kelimesini, tahta oturuş yerine de yine arapça "Cülûs” u kullanırlardı, Bunun Pâdişâhın doğumu ve tahta oturuşu olduğunu belirtmek için de, velâdet ve cülûs kelimelerinin sonlarına bir hümayun eklerler di, olurdu: Velâdet I hümayun” "cülûs u hümayun.

Velâdet ve cülûs günleri bütün Osmanlı ülkesinde yayınlanan gazete dergi ve kitaplar, padişah hakkında yazılmış fıkralar, mensur şiirler ve övgülerle dolar taşardı.

Aradan elli beş yıl geçtigi halde abdülhamit için yazılan bu kasidelerden şu beyit hâlâ hatırımdadır:

Pâdişâhım, devlet-ü ikbâlin olsun müstedâm; Hâsid ü fâsid olana nimetim olsun haram!”

O zamanlar spor gibi, sinema gibi seyredilecek bir şey yoktu. Tiyatro var idi Ama ona herkes gidemezdi. Onun için yılda bu iki "Bezek" gününü iple çekerdik. Bir hafta önce içimize sevinç dolardı. Günü gelince her yer gelincik tarlası gibi kırmızı bayraklarla atlaslar ve canfeslerle donatılır davullar çalar köçekler oynar, geceleri devlet büyükleri ile pâdişâha yaranıp da ondan nişan "madalya” alan eşraf ve ayanın sokak kapıları üstünde kandiller yanar, ülkeyi bir sevinç havası sarardı.

"Bezek” in ağırlık merkezi hükümet konağı «şimdi, Hayri Söylemez’ in sabun fabrikası olan» yer idi. Buranın bir ön, bir de geniş arka bahçesi vardı. "Bezek günü vakit kabakuşluk olunca halk kükûmet konağına akın etmeğe başlar, az zamanda küçük bahçeyi hınca hınç doldururdu. Bahçede bando marşlar çalardı, merasim saati beklenirdi. Bandonun o günkü halk dilinde adı : ” Devlet davulu" idi. Bu müddet zarfında memurlar yukarıda balkonda, kaymakam odası önünde yerlerini alırlar, pâdişâhın vekili demek olan kaymakamı tebrik için hazırlanırlar, rütbelileri beklerdi.

Derken, siyah çeketlerinin kapalı yakaları, göğüsleri kol kapakları som sırma şeritli ve zıhlı, general elbisesi gibi merasim elbiselerini giyinmiş olan sivil madalyalılar birer ikişer hükümetin cümle kapısından içeri girmeye başlarlardı. Bunların sol taraflarında sağ omuzlarında sırma püsküllü, askılarla asılmış çok süslü birer de kılıçları vardı Sol elleri de kılıçlarından gamzelerinden (kabzalarından) tutmuş oldukları halde kalabalığın açtığı yoldan, zafer kazanmış birer komutan gibi ağır adımlarla ilerlerler, merdivenleri çıkarlar, kabul resmi yerine giderlerdi. Halka hiç iltifat etmezlerdi. Hepsi de tek fesli idiler.

Söylevler bitince bando Sultanhamit marşını çalardı. Bu marş o zaman bizim milli marşımızdı. Marş bitince de hep bir ağızdan "Padişahım çok yaşaaaa" diye bağırır ve dağılırdık. Gündüz faslı böyle sona ererdi.

Gündüz töreninde merasime katılanlara yazın şerbet, dondurma gibi şeyler ikram edilirdi. Kışın şeker verilirdi. Biz de hava alırdık çünkü : ”el avâmü kelhevam” diye Arapça bir atasözü var. Manası : (avam yani halk tabakası) hevam gibidir. Yani böcekler gibidir, haşaret gibidir. İste o ekabir nazarında bizler, birer haşarat birer mikroptuk.

Resmî tören bittikten sonra yine şehirde semt semt davullar çalınır, halaylar sekilir, özel eğlenceler tertiplenirdi.

Alleben’de (depo) dediğimiz askeri kışlada da böyle özel eğlenceler düzenlenir, askerler, subaylar eğlenirlerdi. Bizim evimiz de Alleben’e yakın olduğu için bu eğlenceleri ben de seyrederdim. Bir defasında şöyle görmüştüm:

Mevsim yaz. Kışlanın avlusundaki pınarın başındaki ulu çınar ağacının altına subaylar ve davetliler, koltuklar kanepeler üzerine oturmuşlar. Aralarında Mürseloğlu Mustafa Paşa da var. Paşanın evi de bizim mahallede ve kışlaya yakın. Sivil ve emekli bir paşa.

Depodaki askerler de sayı üzerine bağdaş kurmuş oturmuşlar. Tiyatrodan getirtilen beş kız, arka arkaya tek sıra olmuşlar ellerinde al yeşil süslü bayrakları beşi de birbirinden güzel. Davetliler önünde şu şarkıyı söyleyerek geçit töreni yapıyorlardı:

"Devlet ve sultan Abdülhamit han,

Bizi harbe gönder gidelim aman,

Al yeşil bayraklar çekelim aman...”

Padişahlık hasretini çekenlerden değilim amma, ne yalan söylüyeyim, bu manzarayı gözümün önüne getirdikçe hala o yumuşak sesler ruhumu ipek tüylerle okşar.

Çocukluk ruhumda etki yapan tiplerden biri de Leblebici Kara’dır. O zaman elektrik yoktu. Geceleri sokaklarda köşebaşlarında donuk birer fener yanardı. Amma «bezek„ gecelerini ışıklandırmak ve manalandırmak lâzımdı, işte bu işi Kara yapardı. Ve bu iş hükümetin arka bahçesinde olurdu.

Leblebici Kara baruttu patlayıcı ışık ve çitırık saçıcı madde yapmakta mahirdi Barutu da «Güherçiie»den kendisi yapardı.

Kara, bezek gününden bir hafta önce bahçede hazırlığa başlardı. Direkle dikilir, teller çekilir, direklere beyazımsı kordeleler sarılır, renkli kâğıtlarla her taraf süslenirdi. Tıpkı bir balo salonu gibi.

Bu işler tamam olduktan sonra bahçenin bir köşesinde çalışma odasına girer. Odada takım taklavat hazır. Başlar çalışmaya. Neler yapmaz ki : Patlangıç, çatıpatı, çarkıfelek, hava fişekleri, barut kuvveti ile yürüyen tepkili ve tekerlekli binek hayvanı, şerareler, kıvılcımlar saçan adını bilmediğim nice şeyler. Bezek günü akşama yakın bu barutlu eğlence andaçları direklere tellere hevenk hevenk asılır tellere barutlu fitiller sarılır meydan bir barutlu eğlence araçları sergisi şeklini alırdı.

Akşam olunca halk bahçeye akın etmeye başlardı. Karanlık basınca Kara kayış elbiseli leblebici Kara meydanda bir hayalet gibi dolaşmaya başlardı.

Vakit gelince Kara, bunları sıra ile ve parti parti ateşlemeye başlardı. Bunu öyle bir çeviklikle yapardı ki alevler kıvılcımlar arasında cirit atar, sanki alevlerle maç yapar gibi sahada durmadan sağa sola koşar, alanı bir anda harp meydanına çevirirdi. Tarrakalarla patlayan patlangıçların çıkardığı korkunç sesler dönen çarhı feleklerin saçtığı helozoni kıvılcımlar teller üzerinde koşuşarak alev saçan fitiller. Ve bunlar arasında alevler içinde koşan Kara. Bu hali ile insan onu ateşte gezipte yanmayan piratika «semendere» benzetirdi. Manzaranın heybeti karşısında tüylerimiz diken diken olurdu. Hâlâ ne zaman o eski sarayın önünden geçsem bu manzara hayalimde canlanır ve ürperirim.

Bu hengameden görevliler de kulak tırmalayan foğurtularlarla semaya hava fişekleri fırlatarak bahçedeki eğlenceyi şehre ilân ederlerdi. Bu eğlence şöyle böyle iki saat kadar devam ederdi. Biz de bezek’in tam tadını çıkarır evlerimize dönerdik.

Leblebici Kara Karagöz çarşısında şimdiki sayın Operatör Cemil Özbal’ ın aparmanı karşısında leblebicilik yapardı. Bezek törenlerinin ertesi günü dükânmın önü hayranları ile dolardı. O da bunlara iltifat eder güler yüzle onları selâmlardı, Vücutça ufak tefek, kısaca boylu kuru ve esmerdi. İşte unutamadığım Leblebici Kara denilen barut işleri uzmanı bu adamdı. Hak rahmet etsin.