1967 senesinin sonbahara yakın günlerinden birisiydi hatırladığıma göre, Diyarbakırın hava üssünde yeni bir mesaiye başlama hazırlığı içindeydik. Bir tren katarı gibi servis otobüsleri havacı subay ve astsubaylarını toplar garnizona getirir, akşamda aynı şekilde şehre götürür, evlerine dağıtırdı.

Yüzde itibari ile daha çok batılılardan müteşekkil olan Hava Kuvvetlerinin bu personeli bir şark şehrinde olmanın verdiği hareketsizlik ve yeknesaklık dolayısıyla birbirine daha da yakın daha da samimi bir hizmet süresi geçirirlerdi. Ne de olsa İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerin daha fazla olan eğlence ve dinlenme imkanları Diyarbakırda yoktu.

Rasim Yüzbaşıydı ismi, hava fotoğrafları ile ilgili bir branşta vazifeli hava subayıydı. Onunla uzaktan yakından bir merhabamız vardı. Bu dostluğun daha çok subay gazinosunda ara sıra beraber oluşumuzdan ileri geldiğini tahmin ederim. Birgün bir iş için odasına uğradığımda, albüm yapılmak üzere çekilmiş bulunan Gaziantep’in fotoğraflarından istemiştim. Oda gizlilik hüviyetini taşımayan yakından çekilmiş bu resimlerden iki tane yaptırıp vermek üzere söz vermişti. Lâkin insan büyük titizlik ve mücadele isteyen bu meslekte her dediğini yapamıyor, aklında tutamıyor. Yüzbaşıya bir iki defa hatırlattığım halde bir fırsatını buldurup resimleri yaptıramamıştım. Aslında her söyleyişimde mahcup oluyor, filoya gittiğinde mutlaka yaptıracağına dair laflar ediyordu.

Biz tekrar günümüze geçelim. O günlerde yapılacak iş olarak alanın etrafının standarda uygun tel örgülerre çevrilme işi vardı. Hararetli bir çalışma içindeydik. Mühendis yedek subaylarla masa üzerine eğilmiş çalışırken kapı açıldı, Rasim Yüzbaşı içeri girdi.

- Hah, işte buldum seni, dedi, ve elindeki büyük zarfı bana uzattı.

Resimler olduğunu anlamıştım. Ama bunları bizzat bulunduğum yere kadar getirmeye ne lüzum vardı? Hem nasıl olmuştu da yakınlarda hatırlatmadığım halde bu sözünü bugün yerine getirmişti. Bu arada bir aydan beri izinde olduğunu hatırlayınca şaşkınlığım bir kat daha arttı:

- Hayrola yüzbaşım izindeydin galiba, hem ne acelesi vardı bunun, diyebildim.

Yüzbaşı gülerek sandalyeye ilişti. Bir yandan masadaki uğraştığımız krokileri seyrederken diğer yandan konuşuyordu:

- İzmir’den yeni döndüm, Atilâ. Hele çoluk çocuk yorucu oluyor. Ama gidip gelmek lâzım muhit değiştirmek daima faydalıdır.

Büromuzun posta eri çaylarımızı verirken Yüzbaşı krokileri işaret ederek:

- Bizi hapsettiğiniz kafi gelmiyor da duvarları daha mı yükseltiyorsunuz, diye takıldı.

Gülüştük. Yakında üzerimizi de kapatacak projelerle uğraştığımızı görürse şaşmamasını söyledim. Öyle faal bir istihkâm birliğiydik. Sabahın espirisi niteliğinde olan bu sözlere mühendislerde gülüyordu. Ben zarfı açıp resimlere göz attım. Gözlerim bir anda şehrimizin sembolü olan kaleyi buluverdi. İçim bir defa daha sıla hasreti ile burkuluverdi. Yine gözlerim gayri ihtiyarı yıllarca yaşadığım evi araştırdı. İşte kale, işte Karagöz caddesi, işte Karagöz Camisi ve bizim ev...

- Çok teşekkür ederim Yüzbaşım. Dedim, bu resimler benim için çok makbule geçti. Bakın, benim ev burası. Hani biraz daha aşağıdan çek şeymiş bizim avluda kim var, onu dahi söylerdim, dedim.

Sonra durdum. Ne olursa olsun soracaktım. Zira o izah etmediği müddetçe benim merakım artmakta devam edecekti.

- Yüzbaşım, bu resimleri isteyeli epey oldu sizden, kabul ediyorum, işlerinizin çokluğu dolayısıyla bir türlü yerine getirememiştiniz. Ama şu anda öyle zannediyorum, işlerinizin iki üç kat olduğu, yol yorgunluğunun tuz biber ektiği bir sırada nasıl bunları yaptırıp vermek aklınıza geldi?

Yüzbaşı çayından bir yudum daha çekerek ilave etti,

- Ve bizzat, o kadar yol teperek, sana kadar getirmek, değilmi Atilâ?

Ah, evet yüzbaşım, bizzatta getiriyorsunuz bu resimleri...

Yüzbaşı eliyle masanın üzerinde duran iki resmi gösterdi.

- Bu memleket şahane memlekettir Hakikaten takdir edilecek insanları var.

- Efendim?

- Hürmete lâyık insanları var.

- Anlayamadım yüzbaşım

- Hakiki Türk şehri

Artık iyice aptallaşmıştım. Yüzbaşı bunları pür heyecanla söylüyor, ben ise alay edip etmediği hususunu açığa çıkaracak bir işaret arıyordum çehresinden...

Yüzbaşı devam etti:

- Gaziantep’in çalışkanlığı, efendiliği hususunda yabancılara karşı misafir perver oluşları hakkında duyardım ama o kadar çok inanmazdım. Fakat bir insan için görmek ve bir iki olaya tesadüf etmek kafi derecede fikir sahibi olmak için yeterlidir. Bu izinden dönerken şehrinizde bir gece kaldım ve bir ay evvelki duyduklarımın doğruluğuna inandım.

İşte, onun için senin gibi bir Gaziantep’linin isteğini derhal yerine getirmeyi vazife kabul ettim.

Rasim yüzbaşı sözlerini bitirmişti.

Fazlaca şımartmak diye işte buna derlerdi. Memleketimin övülmesi, hele yüzbaşımın söyledikleri ile göklere çıkarılması beni heyecanlandırmıştı. Teşekkürlerimi bildirdikten sonra artık iyice tecessüse düştüğüm için Gazianteple ilgili intibaının sebebi olan hadiseyi sordum. Çayı masaya bıraktı. Derin bir nefes alarak konuşmaya hazırlanırken benim gözlerim mühendislere takıldı. Onlar da işlerini bırakmış bizi dinliyorlardı. Yüzbaşı konuştu:

- İzmir’den uzun bir yolculukla Adana’ya geldik. Bir yandan çocuğun hırçınlığı, bir yandan hanımın yol hastalığına tutulması, bir yandan bavulların indirilme işi beni deli etmişti. Ailece yolculuk kadar zor bir şey yok dünyada. Vakit gecenin 6’sı veya 7’si idi. Neyse güç bela Diyarbakır arabasına aktarma olduk. Üç dört saat sonra Gaziantep’e geldiğimizi söylediler. Bir saat ta bekleyecekmişiz. Asabım bozuldu Şehrin içindeyken inelim dedim. O gece istirahat edemezsek geceleyin yolculuk Diyarbakır'a kadar çekilemezdi. Çocuğun sütü, hanımın uykusuzluğu midesinin bozulması öyle icap ettiriyordu.

İndik. Kalabalık bir caddeydi. Saat 12.00 sıraları olduğu halde bu kadar kalabalığı İzmir’de dahi bulamazdık yoksa saat mi yanlıştı?

- Nerede inmiştiniz, acaba? diye sözünü kestim Memleketime alt bir iki şey daha duymak istiyordum.

- Dört yol ağzı gibi bir yerdi. İşaret lâmbası vardı. Büyük binalar vardı. Bir inşaat vardı, öyle hatırlıyorum. Anladığıma göre Maarif civarı olmalıydı. Zaten orada otobüs terminallde olacaktı Yüzbaşı devam etti.

- Bir bavul, bir çanta, çocuk Hele en ağırı yorgunluk Resmi elbiseyle de böyle bir durum iyice sıkıcı oluyor. Otel nerede vardı acaba? İyi bir otel. Bu memleketin hamalı olurmuydu acaba bu saatte?

Allah sizi İnandırsın, kardeşim, o andaki asabımın bozukluğunu anlatamam. Sonra her insana bir şey sorulamıyor. Ya bilmediğini söyler, sert bir pozla insanı susturur, ya kafadan atıverir, ya da duymazlıktan gelir geçiverir.

Öyle demeyin, çocuklar, çok yer gezdim. Nelerle karşılaşmadım. Sizde daha çok gezeceksiniz. Neyse, o sırada 18 yaşlarında bir delikanlı ile 9-10 yaşlarında bir çocuk geçiyordu. Büyüğünün başında bir baklava tepsisi vardı. Simit şeklinde yapılmış bir minderin üzerine oturtmuş tepsiyi, başında taşıyarak gidiyorlardı.

“Kardeşim” diye dikkatini çektim “Burada yakında temiz bir otel var mı acaba? Tarif edin kafi, zahmet olacak”

İkisi birden durdu Subay olduğumu anlayınca daha da dikkatlerini bize verdiler. Büyük olanı başında tepsisiyle konuştu.

“Siz yabancısınız galiba”, dedi ve elindeki tepsiyi kardeşi olduğunu öğrendiğim çocuğa verdi. Sonra “Gelin benimle” diye işaret etti. Daha iki adım atmadan üzerimdeki çocuk ve eşyaları hatırladı ve bir hamlede elimdeki çocuğu kapıverdi.

Hanımda bende mahçup olmuştuk. Genç adamı işinden alıkoymuştuk. Hem kardeşi o tepsiyi taşıyabilirmiydi? Bunları söylediğimde adını sonradan öğrendiğim Mamet:

“Nolacak başımıznan gözümüz üstüne” diye cevap verdi.” Benim küçük daha ağırlarını taşımaya alışıktır, zaten”

Ben valizi hanımda çantayı almış rahat rahat Mamet’i takip ediyorduk.

- İyi ama yüzbaşım, neden Mehmet değil de Mamet diye telefuz ediyorsunuz. Yüzbaşı yine güldü.

- Şive meselesi. Çocuğun şivesi bilhassa hoşuma gitti. Samimi, kendilerine has bir şivesi var.

Yolun öbür tarafında ara bir sokakta merdivenle çıkılan bir otele geldik. (Anladığıma göre Yıldız sinemasının yanındaki Gülpalas olsa gerek). Kapıda Mamete adeta yalvarıyordum daha fazla zahmet etmemesi için. O ise lâfımı bile duymadan çocuğu merdivenlerden çıkarıyordu. Resepsiyon memuru ile bizzat o konuştu. Dur bakayım ne diyordu...

“Acı gıymatli müşteremizdir. Eyi yer vermelisin aam” gibi bir şeylerdi söylediği. Bu arada bizi odamıza da kendisi götürdü.

Bütün bunları yaparken bazen aklıma bahşişi fazla koparmak için yaptığı geliyor, doğru buluyor, fazla para vermeyi tasarlıyordum. Kapıya çocuğu bıraktı. Bu arada ben hem teşekkür ediyor hem de kapıyı açıyordum. Odaya girince valizi yere bırakıp, elimi cebime attığım sırada Mamet’in yok olduğunu gördüm. Bir tuhaf olmuştum. En ufak bir karşılık beklemeden gitmişti. Aslında belki basit bir yol göstermeydi bu ama, bir memleketin karekterini gayet güzel belli eden, hakikaten ulvî, kitaplarla anlatılamayacak kadar şahane bir hareketti benim nazarımda.

Gaziantep’in yabancılara olan saygısını, askerlere olan sevgisini, iyilik severliğini artık bende iyice öğrenmiş oldum.

Rasim Yüzbaşı sözlerini bitirdi. Ortalığı tuhaf bir sessizlik kaplamıştı.

Gözlerim yaşarmıştı. Biran ileride, masanın üstünde Gaziantep’im duruyordu. Yıllarca ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim, Kırkayak’ında gezindiğim, Kavaklığında köfte yediğim Gaziantep’im... Kalesi duruyordu. Evleri, caddeleri duruyordu, karşımda. Şimdi, ona olan saygım ve ona olan özlemim bu sözlerle tekrar ayaklanmış ve beni tekrar sarmıştı. Ağlıyordum. Farkettirmemem lâzımdı ama ağlıyordum, mani olamıyordum kendime...

Ey, asil memleketimin çocuğu Mamet kardeşim. Biliyorum, şu anda sen kendi işinin başında belki baklavana hamur açmakla meşgulsün. Belki de o günkü yaptığın bu iyiliği çoktan unutmuş, sadece işine vermişsindir kendini. Ama şunu bilmeni isterdim ki, bu yaptığın hareket ile memleketinin asaletini bir defa daha kabul ettirdin ve gurbette bir hemşehrinin yüzünü bir defa daha ak ettin.

Bence asalet insanların meydana getirdiği sun’i mefhumlarla, kontluk, paşalık lordluk, beylik gibi payelerle tebeyyün etmez. O insanın kendi ruhunda vücüde gelir, fazilet olarak gelişir, çevrenin içten duydukları takdirleri ile bütünlüğüne kavuşur.

İşte, bu da biz Gaziantep’lilerde fazlasıyla mündeniç bulunmaktadır.

Yazımı tarihçilerimizden Enver Ziya Karal’ın Gaziantep girişine yapılacak taka yazılmasına istediği vecizesi ile bitiriyorum:

“Ey yolcu! Eğiliniz, Gaziantep karşısındasınız!”

ATİLLÂ

1) Gaziantep şehrinin ana cadde ve önemli yerlerini gösterir renkli krokisi 10 Tl fiyatla;

2) Gaziantep ili köyleri, yolları, ilçe sınırları, akarsularını gösterir renkli büyük boy il haritası 10 Tl fiyatla;

3) Gaziantep Renksiz il haritası 250 kuruş fiyatla Gaziantep Kültür-Derneğinde satılmaktadır.