Gazianteple ilgili araştırmalarıyla gönüllerimizde tahtını kuran avukat dostum Cemil Cahit Güzelbey 2 Ekim 1970 tarihli SABAH gazetesinde (Alleben) sözcüğü hakkında yine güzel bir araştırma yazısı yayımladı. Bu yazıdan şu paragrafları olduğu gibi alıyorum:

1- Hazreti Ömer ordusu birlikleri çölü geçip, düzine ile Pınar’ın beslediği dere kenarına geldikleri vakit, suyun kayalardan atlayıp saçtığı beyaz köpüklü akışına bakıp ‘’süt gibi’’ anlamına gelen ‘’Aynülleben’’ demişler ve Gaziantep şivesi bu arapça sözcüğü ‘’Alleben’’ şekline sokmuştur. Aynüllebe’nin Türkçe karşılığı hakkında birinci ihtimal bu.

2- Lisemizin değerli Fransızca hocası hemşehrimiz bu konudaki düşüncemizi başka bir yöne çekmiş bulunuyor.

Sayın öğretmene göre, lâtince "Alluben" sözü "içme suyu" demektir. Buna göre kelimenin aslı Aynülleben değil, Alluben olabilir.

Buluş hiç de yabana atılacak gibi değil. Roma’lılar ve Bizans'lılar uzun süre bu çevreyi ellerinde bulundurduklarına göre dereye bu adı vermiş olabilirler.

İşte Arapça Aynülleben. sözcüğünün öztürkçe karşılığı hakkında iki ihtimal. Bunun üçüncü bir ihtimalini de araştırıcı dostum Ömer Özbaş veriyor ve arapça "Aynülleben"sözcüğünün öztürkçesine "Allıben"olması mümkün olacağı fikrini ileri sürüyor Vakti ile bunu bana şöyle açıklamıştı:

Bilirsiniz, alleben denen bu Gaziantep sahre yeri (mesire) kara topraklı geniş bir alanı kaplar. Burada bir çok bostan var. Bu bostanlara ilk önce arpa ekilir, sonra da buralarda başka bir ürünler yetiştirilir. Yani bu bostanlardan senede iki kez mahsul alınır.

İlk baharda arpa biraz boy atıp başak vermeye yaklaştığı zaman yeşillikler arasında kırmızı şıhıklar (gelincikler) açar, bostanların kapsadığı alanı yekpare bir "gelincik tarlası"na döndürür.

Kara toprak üzerindeki al gelincikleriyle bu alan, güzel bir kızın pembe yanaklarındaki (ben) e benzer ve bu alana ‘’allı ben’’ demek yerinde olur.

Zaten o zamanki "Alleben", yalnız alleben deresi değildi ki. Kevser pınarlarıyla, billûr deresiyle, çayır çimenleriyle, çeşitli kır çiçekleriyle, iğde ve söğüt ağaçlarıyla sanki bir (Bağ-ı İremdi). Gelincik mevsimi geçtikten ve ikinci ürünü de kalktıktan sonra kara topraklı bostanlar bu güzel mesirenin ortasında bir güzel yüzdeki siyah ‘’ben’’ gibi alleben adını muhafaza ederek kalırdı. Onun için buraya sembolik olarak ‘’Allı ben’’ demek yaraşır.

İşte Ömer Özbaş böyle demişti. Bu da fena bir yakıştırma değil. Zaten bütün bu adları hep böyle yakıştırmalarla izah edilmez mi?

Gaziantep köylerinden Sulu Sumaklı güzel bir köyün adı: (Isbatırın)’ dır. İkinci Cihan harbinde ölçme memurları kontrolörü olarak o köye gittiğim zaman muhtara sordum.

- Isbatırın ne demektir?

Muhtar:

- (İz batıran) demektir efendim. dedi.

Gördünüz mü yakıştırmayı? Araştırıcılıkta, yer adları araştırması çok zor, bir iştir. Bu münasebetle bir hatıramı anlatayım:

Ankara’da Küçükesat’ta akrabamızın evine gittik. Tören bir evde aile toplantısı niteliğinde idi. Ben, Ankara’da yıllardan beri bu semtte oturan Ankaralı bir coğrafya profesörü ile yanyana idim. Merak ettim sordum:

- Sayın profesörüm, bu semte adı verilen bu Küçükesat kimdir? Millete ne gibi bir hizmette bulunmuş da, iz bırakmış ve ölümünden sonra Ankara’nın güzel bir semtine verilmiş? dedim. Profesörün cevabı şu oldu:

- Vallahi hocam, şimdiye kadar ben bu konuya hiç eğilmedim. Sorunuz bende merak uyandırdı. Hele bir araştırma yapayım bakalım, dedi. Maksadım, Türkiye çapındaki bu coğrafta profesörünü imtihan etmek ve bilgisizlikle suçlamak değildi. Büyük adamlar küçük işlerle uğraşmaya pek vakit bulamazlar. Maksadım onun bilgisinden istifade etmek ve Küçükesad’ın kimliğini öğrenmekti ama, olmadı işte.