Atatürk inkılâbı sözünden ne anlıyoruz? Atatürk’ün davası neydi? Ne yaptı ve ne yapmak istiyordu?

Atatürk, evvelâ, millet ve devlet olarak, bu memleketin rotasını Doğu’dan batıya çevirmek ilkesini benimsemiştir. Bu kesin zarureti de İstiklal Savaşı esnasında karşılaştığı güçlükler ona telkin etmişti. Atatürk, vatanı kurtarmak için cephede düşmanla savaşırken, ne yazık ki, memleketin o hazin ve feci anında, içeride de korkunç suikastlarla karşılaşmıştır. Asırlarca bu memleketi pençesinde kıvrandırmış olan kapkara bir taassup ifriti, tek başına yedi devletle çarpışan kahramanı arkasından vurmak için kaç defa teşebbüse geçti.

Vatanı kurtarmak için topladığı mecliste, cüretle, cahillikleri ölçüsünde olan yobazların yarattıkları güçlükleri yenmek için, insanüstü bir sabır ve maharet göstererek didinmesi icap etti.

İşte Atatürk, Batı’nın icadedip bize sattığı teknik vasıtaları kullanmakla bir milletin derhal çağdaş medeniyeti seviyesine erişmiş olmayacağını, bunun için her şeyden önce kafalarda ve devlet sisteminde bir inkılap gerektiğini anladı. Yobaz ve softa zihniyet, Batı diye adlandırdığımız medeni insanlık alemini kanımıza susamış korkunç bir canavar halinde görüyor, ondan korunmak için tek çarenin, kendi kabuğuna çekilerek o din düşmanı ile her türlü alakayı kesmek olduğunu sanıyordu. Halbuki Atatürk anlamıştır ki, Batı medeniyeti tarafından çiğnenmek, yutulmak bir sömürge haline gelerek yok olmak tehlikesinden kurtulmanın tek çaresi onunla müsavi silahlarla karşılaşmaktır. Medeni dünyanın saygısını kazanmadıkça bir kuru kalkanla tanklara karşı koymak imkansızdır.

Aramızda bazı çok yanlış bir düşünceye kapılarak garplılaşmanın milli geleneklerimizden, milli hususiyetlerimizden uzaklaşmak ve Batı Dünyası içinde eriyip kaybolmak manasına gelmesinden korkuyorlar.. Bunlar, Atatürk’ün asla aklından geçmiş değildir. Asıl tanzimattan cumhuriyete kadar gelen devrede böyle bir yanlış istikamet bulmak mümkündür. Atatürk her şeyden önce, mektup yolu ile, kültür yolu ile, kafaca garplılaşmamızı, yani medeniyet dünyasına katılmamızı istiyordu. Bugün İngiliz, İtalyan, Fransız veya Alman milletleri arasında medeniyet ve kültür bakımından esaslı ayrılıklar yoktur. Ama, her birinin kendi gelenekleri, kendi milli hususiyetleri vardır. Batı âleminin bir mensubu olmak hiçbir zaman milli benlikten uzaklaşma manasını ifade etmez. Bilakis, milli varlığa idrak etmek için de her şeyden evvel Batı zihniyetiyle ayarlanmış bir kafaya ihtiyaç vardır. Çünkü bildiğimiz gibi, Şarkta milliyet fikri değil, ümmet fikri hakimdir. Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman milli bir karakter göstermemiştir. Bizzat milliyet fikri de batı dünya görüşünün bir mahsulüdür. Şu halde ne kadar garplı olursak o kadar gerçek manada milliyetçi olmak imkanını kazanacağımıza şüphe etmeyelim.

Atatürk, memleketimizin garplılaşmasına engel olan bütün müesseseleri yıkarken milli varlığımızın da temellerini atıyordu. Hilafet, medrese, Şeyhülislam kapısı, kadını cemiyet hayatından atan ve esir mevkiine düşüren kayıtlar, kültürümüzü körleten Arap yazısı dilimizi kısırlığa mahkum eden Osmanlıca, hasılı milli benliğimizi serbestçe tecellisine mani olan ve ileri hamlelerimizde daima ayaklarımıza takılan ve ne kadar engel varsa Atatürk hepsini çiğneyip geçerken, her şeyden önce bu memlekette gerçek milliyetçiliğin, yani yalnız ve yalnız millet menfaatlerini göz önünde tutarak milletin hayrına çalışmak şeklinde tarif edebileceğimiz bir milliyetçiliğin temellerini atıyordu.

Yaşar NABİ

(Atatürk Diyor ki isimli kitaptan alınmıştır.)