Aras’ın geçtiği yeşil ve çiçekli bir vadide, yüksek yamaçların eteklerinde şurada burada nasılsa insanların gözünden kaçmış, orman parçalarının gölgelerine sokulmuş zarif bir köy... Vadinin bu köyünde ben mevsimde renk renk güller açar küçük bahçeler içinde, pençerelerini zambakların gölgelendirdiği beyaz badanalı eyledi; alçak pencerelerinden, iri sürmeli gözlü, altun renkli ineklerin başları gözüken temiz mandraları, köyün ortasında yüksek bir tümsek üzerindekiler akşam işlerinden dönenleri bekleyen sevgililerin toplandığı asri kahve ve bu güzel binaya hususiyet veren iyi tanzim edilmiş bir bahçe ve bunun bitiminde beyaz çiçeklerle süslenmiş kabristan..

Aras kendini tanıyalı böyle işlenmiş ve cana zevk veren bir köy görmemiş gibi âdeta bir kaç yerden köyün kalbine sokulmuş ve renk renk yükselen zambakları soldurmamak için bağrında gizlenen temiz suyu bolca israf etmeyi ihmal etmemiş, yer yer açılan kanallar her zaman için her mevsimde berrak suyunu bu çalışkan köy halkına vermede tereddüt göstermemişti.

On seneden beri Kuzey Kafkasya’dan hicretle gelen Kara Papaklar, Lezgi’ler kendilerine yakışır çalışkanlıkla bu verimsiz toprağı bir cennet haline sokmuşlar, işte dünyanın bütün fena şeylerinden uzakta kendilerini işe vermiş asude yaşayan bu köyden, her geçişimde beni bir kaç gün alıkoyan bir dost aile vardı. Çok zamanlarda burada çalışma günlerinden kısabildiğim bir kaç sakin gece geçirirdim. O zaman ne dünyanın yıkıcı meşakketlerî ve nede birbirlerine felâket hazırlayan, dedikodu yapan insanlardan uzak kalmanın imkânını bulurum. Gündüzleri bile sessiz olan bu köyde geceleri bir ADEM ABADE benzerdi. Sükût, burada yaşayan insanların ruhuna sinmişti. Akşam üzerleri Aras’ın kenarında gezinen genç kızlar ve yer yer bunların sağında solunda yürüyen delikanlıların kahkahlarında bile nağmeden ziyade sükûta benzeyen bir ahenk duyulurdu.

Misafir olduğum evin küçük yemek salonunda gece yansına kadar armonik sesleri ve şen kahkahları ile bana neşe veren iki sarışın kız kardeşten ayrıldıktan sonra ikinci katta geniş tepeli bir sedir ağacının gölgelendirdiği küçük odaya çekilir, pençerenin önünde kendi kendime gecelerin derîn sükütünü ve süzülüp gelen Aras’ın çağlayanlarını dinlerdim.

Yazın yakıcı sıcağı burada hissedilmezdi. Yorucu ve yıpratıcı vazifemin eşakkati ancak bu sakin köşe, bana bîr aile ocağı kadar daha rahat ve sıcak gelirdi, Biraz olsun dinlenirdim. Gece yarısında köy, derîn uykusuna dalıp Aras’ın uzaktan gelen uğultuları işitilmeye başlandığı zaman, geceler daha derin duyulur ve insan elinin bezenerek güzelleştirdiği bu yerde hayatın yorgunluğu daha heyecansız hissedilirdi, işte şu karşıda uzayıp giden Han Dere, doğuyu kapayan Allaheka ber dağı burada büyük harika yar tarak tabiat ve sonu bitmez ordularla çarpışıp hayatlarını veren bir avanç Türk şehidinin bu toprağa kattığı kandan daha mağrur ve daha azametli görünür bir vaziyette idi. Yaprakların arasından geçen gece kuşunun kanat çırpıntılarında korku geçiren binbir kalbin helecanı fark edilirdi, Hayattan o kadar yorulmuş, insanlardan o kadar kırılmıştımki acılardan saçlarım ağarmış; hicran zaman ne kadar ran gençliğimin heyecanını söndürmüş. Buraya ilk geldiği genç ve ne kadar şendim bir kaç sene içinde yarim asır yaşamış gibi idîm. Aylarca at üstünde, haftalarca kuş uçup kolan sökmez yalçın dağlar da gezer dururduk. Karanlık gecelerde bile ancak bir kaç saatden istifade eder, bazan iki saat bir mola bize bir hayat kadar tatlı ve hazanda bir mahalde konaklama bir ömür kadar kıymetli gelirdi. İşte bu yıpratıcı hayatta istikbalin zedelenmesini de ilave ettiğim zaman hayat bir inkisar, zaman benim için bir işkence idi.

Fakat burası , benim yaşadığım gam ve hüzün diyarına hiç benzemiyordu. Muhitimden o kadar başka gördüğüm acılardan o kadar uzakki; sabahın tabiatla doğan ilk aydınlığı dağlara altun renklerini dökerken, kuşların cıvıltıları bir neşe yağmuru gibi iner, gecelerin ahreti bekleyen derin sükûtu, Aras’ın uğultularını getirirdi. Bazan bütün seslerin, bu uhrevî sükûtu dinlediği saatler olurdu. O zaman derinlerden gelen bir istirap duyardım. Bil hassa sese benzeyen, bir elem, bir gözyaşı gibi gecelerin kalbine hüzün veren bu acı feryat, bana bir aşk, bir matem kadar hassas ve dokunaklı gelirdi. Sanki bütün gece hep öyle yanarak, istirap duyarak ağlar, gizli ve ebedî bir matemle sızlayan kalbime, aşkın, matemin acıları ve zehirleri akardı.

Onu hiç görmedim. Yalnız pek küçük yaşımda annemden efsanesini dinlemiştim. O Umumî harp patladığı sıralarda gece kuşunun evimizin üstünde öttüğünü ve bundan sonra babamın askere gidip bir daha dönmediğini ve: bunların bir uğursuzluk remzi olduğunu duymuş ve bu meş’um ses içimde aksi sedalar yapmıştı, iste bu geceki sıkıntımda bu mes’ut köyün ağaçları arasında uçuşan kuşların çığlıklarından ileri gelmişti.

Aylar geçti. Bir gece gene bu köye uğradım, ay ışıklarında, genç kızların, artık sevgilililerile dolaşmadığı ıssız sokaklarda, bir can, bir hayat aradım. Altımın ayak sesleri bana mezarlıklardan hüzün ve matem getiriyordu. Karanlıkların içinde, gölgeleri korkunç görünen ağaçlar; burada yaşayan hatıraları gözlerimden saklıyordu. Beni armonik sesleri ve genç kahkahaları ile şenlendiren sarışın kız kardeşler, Aras vadisini sarsan Pasinler’i alt üst eden zelzeleden bunlarda telef olmuşladı. Küçüklüğümde duyup kulaklarımda hâlâ sesi uğuldayan gece kuşu demek bu bahtiyar köyü de kendine yuva yapmıştı. Gördüğüm manzara beni ürpertti. Bir zamanlar dinlenmek üzere koşup geldiğim bu yerden şimdi var kuvvetimle uzaklaşıyordum, uzaklaşırken kulaklarım gece kuşlarının o menhus seslerini duyar gibi uğulduyordu.

Yazan: Nuri ALPAY