Bizim (Gaziantep Yüksek Tahsil Okutma ve Kültür Derneği)’nin üç yıldan beri yaptığı, Dergi, kitap, broşür gibi yayınların hepsi, Gaziantep’i her yönüyle inceleme ürünleridir. Bunları Milli Eğitim Bakanlığında satın alır ve Türkiye’nin bütün kitaplarına, okullarına yollar. Her yıl Gaziantep’in kurtuluş yıldönümü olan 25 Aralık yaklaştıkça Derneğimizin Yayın Kolu başkanlığından Gaziantep İl Merkezindeki bütün okullara bir rica mektubu yazılır ve okul müdürlerinden Antep Harbi ile ilgili yayınlarımızın öğrencilere tavsiye buyurulması temenni edilir. Zaten Kurtuluş Bayramı haftası ders üniteleri de böyle eserlerin öğrenciler ellerinde bulunmasını icap ettirir. Sağ olsunlar, okul müdürleri de bu ricalarımızı iyi karşılarlar ve yayınlarımızı tavsiye ettirirler, (Yayınlarımızı) diyorum. Çünkü ben de bu derneğin Yayın Kolu başkanıyım.

25 Aralık 1960 Kurtuluş Bayramı hazırlığı okullarda başladığı zaman geçen yıl da yine okullara birer mektup yazdık ve (Şehit Şahin), (Kurtuluş Destanı), (Türk Verdün’ü Gaziantep) gibi kitap ve Broşürlerle (Kültür Dergisi) nin Aralık 1960 ayı nüshalarından birer örnek yolladık.

Bu örneklerden (Şehit Şahin) adlı broşürü alan Merkez Cumhuriyet İlkokullu öğretmenlerimden Sayın Ali Turgut Ergin, broşürü almış sınıfına gitmiş. Kitabı açmış açmış reklam için içinden Şehit Şahin’e ait bir kaç parça okumuş, sonra da (Şehit Şahin Türküsü)’nü çağırmış. Turgud’un güzel sesinden duygulanan çocukların milli duyguları galeyana gelmiş ve okulun paydos olmasından sonra yavrucaklar Kültür Derneği Merkezine gitmişler. Broşürü âdeta kapışmışlar, satın almışlar.

Turgut Bey’in bu alışverişte tabii bir menfaatı yok. Onun amacı bir kaç kitabın fazla satılmasile hem çocukların Antep-Fransz harbi hakkında bir fikir sahibi olmaları, hem de Derneğe bir kazanç sağlamaktır. Çünkü Dernekte bu gelirle Gaziantep Yüksek Tahsil Talebesinden yardıma muhtaç olanlara yardım yapmaktadır. İnsan böyle millî yardımlar babında artist de olur, dellal da olur. İlkokulda talebem olan Turgut’a da bu âsil hareketinden dolayı çok teşekkür ederim.

Dellal dedim de aklım Antep-Fransız Harbi sırasında Maraş’taki bir olay geldi. Söze başlıyalım:

On bir ay süren bu harble bende, Kara Nazar Hanındaki (Muhtac-I Muavenet Asker Ailelerine Yardım komisyonu)’nda 10 ay katiplik etmek suretile katıldım. Kolay değildi bu harp işi. Tabii vatan için düşmanla cephelerde çarpışan çetelerden yardıma muhtaç olanların ailerine yardım yapmak için de bir teşkilat kurmak ve işletmek lazımdı. İşte Antep Heyeti-i Merkeziyesi bunu da yapmıştı. Reisimiz semt reislerinden Durdu’nun oğlu Süleyman Ağa idi. Mert ve kahraman insandı.

Harbin on birinci ayının (Ocak ayının) başlarında ben Antep Heyet-i Merkeziyesinden izin ve vesika alarak Maraştaki ailemi görmek üzere bir gece karanlığında yolu bekliyen çeteye parola vererek çıktım gittim. Oraya vardıktan bir kaç gün sonra kar bastırdı ve Antep Anderya kuvvetleri tarafından sarıldı. Bu, Antep’in üçüncü ve büyük muhasarası idi. Benim için tekrar Antep’e dönmek imkanı kalınmamıştı. Antep’e girip çıkabilen ancak Türk muhabere kuşu (Muhterem Kel Güvercin) kalmıştı.

O günlerde Maraş Maarif Müdürü muhterem hemşehrimiz Şair İshak Rafet beydi, dost idik, beni çok severdi. Bana: << Görüyorsun ya kardeşim senin artık Antep’e geri gitmene imkan kalmadı, Kal şurada, yine öğretmenlik yap. Bu da cehaletle savaştır ve sevaptır>> dedi. Ben de <<Peki>> dedim, başka ne yapabilirdim. İshak Bey durumumu da Antep Heyet-İ Merkeziyesine bildirmiş ve iznimi uzattırmıştı. Ben o zamanki (Maraş Idâdî’si kısm-ı İptidâî’si başmuallimliği)’ne tayin edildim ve çalışmaya başladım. Fakat Antep’ten alınan haberler çok fena idi. Antep’te mahsur kalan yirmi bin zavallının Arş’e çıkan feryatları içimizi parçalıyordu. Her gün İshak’ın müdür odasında gizli gizli ağlaşırdık. Artık Antep’in Fransızlara teslim olması mukadderdi.

Fakat son bir hareket daha yapıldı ve Antep-Maraş Kuvayi Milliyesinin müşterek teşebbüsile Maraş’taki askeri birliklerden iki tane 15 buçuklu Ağır obüs tedarik edildi. 150 kadar da fedai çete toplandı. Antep’e son bir taarruz daha yapıp hiç olmazsa 20 bin mahsuru kurtarmak istenildi. Toplar ve çeteler Antep’e törenle uğurlanacaklardı.

Ocak ayının güllü, güneşli ılık bir gün günüydü. Önceden yapılan bildiri üzerine o gün kadın, erkek, yerli muhacir bütün Maraştakiler Şeyh Adil’de toplandı. Okullar da tabii taleberiyle oraya gittiler. Şeyh Adil Antep’ten giderken Maraş’a giriş ve Maraş’tan Antep’e çıkış yoludur. O zaman yolun iki tarafıda mezarlık idi.

15 buçuklu toplar getirilmiş, yolun ortasında duruyorlardı. Kaytan bıyıklı babayiğit çeteler de silahları sağ ellerinde, yolun kenarına sıralanmış, (Yerin de rahat!) durumunda hareket emri bekliyorlardı. Toplar gelin gibi süslenmişti. Namlılarına, gelin gerdanı gibi inciler, şeggeler dizilmiş, tekerlerine ipekli tüller örtülmüş, hartuçları çiçeklerle bezenmişti. Çetelere Maraşlı muhacir hanımların hazırladıkları yol azıkları, kamyonlar dağıtılıyor, öpüşülüyor, helallaşılıyordu. Ağlaşanların, sızlaşanların yanık sesleri içimizi parçalıyordu.

Şimdi her şey tamam ama, Napolyon’un dediği gibi harbin üç şartı var: Para. Para. Para. Ya bu iş için gereken para nerede? Garp cephesinde bütün şiddetile harp devam ediyor. O zaman harp gücü ancak oranın idaresine yetiyordu.

Türk milleti yaratıcı ve fedakârdır. Bu ana baba gününde hemen paranın kolayını buldu: Dağların Aslanı Dayı Ahmet Ağa, çete kıyafetile kalabalığın arasından ortaya atıldı, yerden yapma kudduk katırına bindi, 99’lu gümüş tesbihini cebinden çıkarttı, kırbacını ucuna astı ve bağırmaya başladı: «Haraç, mezad, Dayı Ahmet Ağa’nın tesbihi, Dayı Ahmet Ağa üstünde 5000 kuruş!», <<Haraç Mezad Dayı’nın tesbihi falanca Bey üzerinde 10001 kuruuuş!», Dayı, kalabalık ortasında katır üstünde bir gidiyor, bir geliyor ve haykırıyor» Haraç, mezat tesbihim, hamiyet meydanındaki bu mübarek ianeye beş çift altın bileziği ile katılmak fedakarlığını gösteren ve adının söylenmesini istemiyen bir hanımda!>> <<Haraç, mezat bu tesbih, ianemize bir çift küpe, bir altın gerdanlık ve bir altın yüzükle bir hanımın peyinde!>>

Dikkat ettim: O sıra, törene katılan hanımlar mezarlığın içine dalıyorlar. Arkalarını kalabalığa dönüyorlar, yüzlerindeki peçeleri açıyorlar, kulaklarındaki küpeleri, boyundaki gerdanlıkları, kollarındaki bilezikleri ve parmaklarındaki yüzükleri hasılı bütün avadanlıkların, çıkarıp kocalarile oradaki iane komisyonuna yolluyorlardı. Ben ömrümde böyle bir hamiyet yarışına, böyle örnek bir davranışa rastlamadım.

O gün, hiç unutamıyacağım şöyle bir olay oldu:

Dayı tesbihini satmak için kalabalık ortasında gidip gelirken ben de talebimin başında duruyor ve bu hamiyet yarışını hayranlıkla seyrediyordum. Bir aralık dayının gözleri bana ilişti, bir kaç saniye bakıştık, sonra bana seslenerek bağırdı:

<<VATAN BİZİ DELLAL ETTİ HOCAAAM>>

o ağladı, ben ağladım. Zaten o meşheri kalabalığın ağıt sesleri de ayyuk’a çıkıyordu. Şimdi bu yazıyı yazarken bile gözlerim yaşardı. Bu ağıtlar hep son günlerini yaşıyan sevgili Antep içindi. Kaybettiğimiz bir bağ bir bahçe, bi rev değildi ki. Dağlarile, bağlarile ve her şeyiyle koskoca bir şehirdi. İnsan kendi doğup büyüdüğü yerden bir kaç gün ayrısa bile ne kadar göreceği gelir. Biz ise, nasıl ağlamıyaydık. Mehmet Akif’in dediği gibi:

“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda;

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”

İşte Turgut Ergin’in sınıfında yaptığı reklamın bana hatırlattığı hikaye burada bitti azaz okurlarım. Hoşça kalınız!..