Hiç unutmam. Güzel bir Nisan sabahı idi. Balıklı Kastelinin arkasında bulunan evimizin bahçesindeki havuzun suları şıkır şıkır akıyor, üstündeki bahar açmış erik ağaçlarının aksi sularda parlıyordu. Ben pencereleri iki kapılı hamama giden, dar yola açılan odamda okula gitmek için hazırlanıyordum. Birden sokaktan silah sesleri işitildi. Şehirde Mandeter olarak bulunan Fransız askerleri Türklere hücum etmiş dediler. Silah seslerini Balıklı kahvesinde duyarak heyecanlanmış olan babam (Şeriyeden Hamit efendi) sokak kapısında göründü:

- Şimdi, dedi, evi terkedeceğiz. Evimize bitişik Ermeni Kürkciyanların evi Fransız-Ermeni Karargâhıdır. Korkarım başınıza bir kaza gelecek.

Silah sesleri gittikçe çoğalıyor, kurşunlar vızır vızır uçuyor, sokak başlarına istihkâmlar yapılıyordu. İçinde mesut günler geçirdiğimiz ecdad yadıgârı evimizi, eşyalarımızı, elbiselerimizi, yiyeceklerimizi bırakarak evden çıktık. Biz çıkıncıya kadar düşmanlar caddeyi tutmuşlar, Eyuboğlu Cami’nin minaresinden Gaziler Caddesine kurşun yağdırıyorlardı. Önümüzde giden birkaç kişiyi yaralamışlardı.

Böğründen yaralanan bir kadın kaldırıma yığılmıştı. Kalçasına kurşun yiyen bir gençle ellerini yarasının üstüne bastırmıştı. Bir eliyle duvara tutunmuş, yarasının üstüne bastırdığı öbür elinin parmakları arasında kanlar sızıyordu. Kaldırımın karataşları kırmızı renge boyanmıştı.

Gaziler Caddesinin kaldırımlarından yürüyorduk. Sığınacağımız yer Osman Güzelin babası Ömer Efendi’nin evi idi. Evi, barkı, eşyayı, erzakı, her şeyi bırakmıştık ama dertli günlerde sığınacağımız bir dost, bir akraba evi vardı. Onlar bizi ağlıyarak karşıladılar. Düşman evimizden çekilinciye kadar, evlerinin bizim evimiz olduğunu söylediler.

Şehrin taştan yapılmış her evi bir istihkâm haline gelmişti. Ailenin, komşuların, mahallenin genç erkekleri millî kıyafetler giyerek bir harp cephesi halini alan sokak başını müdafaaya gitmişlerdi. Kurşunlar vızır vızır uçuyordu. Anneler, genç kızlar, gelinler bir araya gelerek anbarlarındaki erzakla çetelere, yurt müdarilerine yemek hazırlıyorlardı.

Bir ölüm dirim kavgası, bir istiklal mücadelesi birkaç yüz gönüllü Türk genci ile başlamıştı. Bu felâkete uğruyan yalnız biz değildik. Binler ve binlerle yurtta da bizim kaderimize yazılmıştı. Kucaklarında çocukları, ellerinde çıkınları ve sopaları ile binlerce kadın, çoluk çocuk, şehrin batısından doğusuna göç ediyordu.

Bu silâhsız müdafaasız halkı kurtarmak, Fransızların toplar, mitiralyozlar, modern silahlarla techiz edilmiş, şehrin bütün hususiyetlerini bilen yerli Ermenilerle bir kat daha kuvvetlenmiş ordusu ile mücadele etmek işi teşkilatsız, topsuz, tüfeksiz bir yığın Gazianteplinin omuzuna yüklenmiştir.

Harp şehrin içinde oluyordu. Karanlık gecelerde bombardıman başlıyor, makineli tüfeklerin yaylım ateşi başladığı zaman, şehrin altında bulunan mağaralara iniyorduk. Fransızlar beyannameler atıyor, şehir teslim olmazsa taş taş üstünde bırakmıyacağım diyordu. Mabetlere, camilere, hastanelere top atmıyacağını söylüyordu. Bir defa binlerce kadın ve çocuğun toplandığı Alaybey camiinin kubbesini bir mermi delerek geçmiş, camiin karşısındaki Aksoyların evine çarparak parçalanmıştı. Bir defa da İkikapılı Hanın altındaki mağaranın kapısı, topla yıkılan bir binanın harabesi ile kapanmıştı da yüzlerce insan havasızlıktan boğulma tehlikesi geçirmişti. Bereket versin dışarda bulunan gönüllüler bombardımana rağmen enkaz yığınını delmişler, mağaraya bir delik açmıya muvaffak olmuşlardı da halk havasızlıktan boğulmaktan kurtulmuştu.

Babalarımız, kardeşlerimiz, enişte ve amcalarımız, ellerinde sopa ve av tüfekleri ile sokak başlarında ve cephelerde bekliyorlardı. Ellerinde top ve silah olmadığı için paslı ev tüfeklerini yağlıyor, etsatırlarını biliyor, Antep Kalesinde bulunan ramazan topu atmak için kullanılan Nuhnebiden kalma bir topu düşmana topumuz var demek için durmadan patlatıyorlardı.

Biz de bu harp havasına karışmıştık. Ne zaman, nereye sığınacağımızı biliyor, bir avuç buğdayımızı taş eldeğirmenlerinde öğüterek ekmek yapıyorduk. Herkes anbarındaki erzakını komşusu ve akrabası ile paylaşıyordu. Harp sürüp gidiyordu. Nasıl geçiniyorduk ne yiyorduk bilmiyorum. Bazan sofra olarak yere serdiğimiz bir paçavranın üzerinde kapkara, kaakatı bir ekmek, bazan yağsız bir bulgur çorbası, nohut haşlaması, bazan bir avuç fıstık, üzüm bulunuyordu. Bunları bulduğumuz zaman Allaha şükrediyor, bir sevgili akrabanın cephede ölüp yaralanmadığını işitmediğimiz gün seviniyorduk. Kaysı çekirdeği ve arpadan yapılmış simsiyah ekmekler halka dağıtılıyordu.

Aç anneler paylarını çocuklarına verebilmek için açlığa tahammül ediyordu. Bazı semtlerde kedi etlerinin yenildiği söyleniyordu. Açlık harpten ve ölümden beter bir ızdıraptı. Düşman topu tüfeği mitiralyozu ile yenemediği Türk milletini açlıkla teslim olmaya zorluyordu. Açlıktan karanlık mağara köşelerinde can çekişen ihtiyar annelerin genç oğulları, elinde sopası cephede bekliyordu. Dayımın oğlu cephede şehit olduğu gün, karısı evde yetim bir erkek çocuk dünyaya getirmişti. Fakat Türkler, çocuk, kadın, ihtiyar, erkek bu hale tahammül ediyor, ölürüz, fakat Fransızlara teslim olmayız diyordu. İlk bahar, yaz ve sonbahar ayları bu suretle geçti, kış bastırdı. İnsanlar harpten ziyade soğuktan ve açlıktan ölmeye başladı. Bu hikâye uzundur. Masal değil hakikattır, koskoca İstiklal savaşı tarihinin bir parçasıdır.