Sene 1920, caddeler eskisi gibi kalabalık değil. Herkes kendi canını düşünüyor.

Sanki düşmanla birbirimize aç kurt gibi bakıyoruz. Tam altı gün böyle devam etti. Bir gün tam ikindi zamanı bir kadınla bir çocuk evlerine geliyorlarken bir Fransız devriyesi kadının peçesi’ni yırttı. Yanındaki küçük çocuk annesinin peçesinin Fransız devriyesinin yırtmasına müdahale etti.

Niçin annemin peçesini yırttın dedi ve devriyenin yakasına yapıştı. Asker hiç tereddüt etmeden süngüsünü çekerek çocuğun karnına sapladı ve çocuk yere yuvarlandı.

İşte o günden sonra her şey bitmişti. Bunu gören halk çarşıda dükkânını kapattı herkes silâhına sarıldı. Birçok ahali Kolejin etrafını sardılar. Herkeste büyük bir heyecan ve faaliyet vardı.

Ben yatacak yatağımı yorganımı satarak bir silâh tedarik ettim. O gün Türk-Fransız ayrılmışlardı. Şimdi ise artık harp başlamıştı ben ve arkadaşlar harbe çete olarak iştirak ettik. Artık bundan sonra harp olunca hızı ile devam etmeğe başlamıştı.

Bense o sırada kurban baba civarında bulunuyordum. Bizi idare eden kumandanlardan Aslan Bey, Mustafa Efendi, Dişçi Hayri Bey gibi aslan yürekli asalete dayanan ve savaştan yılmayan tehlikeli anlarda bile askerini düşman pençesine kaptırmayan yağız delikanlılardı. Böyle kumandanlarında böyle cesur Aslan yürekli kumandanına itaatkâr Türk’ün kahraman evlatları vardı.

Bütün çeteler Kurban Baba’ya yığıldılar. Düşman tayyare ile bir kaç el bomba atınca biz atıkta barınamıyacağımızı anlamıştık. Kapalı yer olan tutluğa hareket ettik. Bir ara orada rahat ettikse de bir gözcü tarafından gelen şu haberle oradan ayrıldık.

Düşman kuvvetleri Beşgöz köprüsünü yapıyor dediler. Kumandanlardan biri durmayalım arkadaşlar vakit geldi artık oraya hareket edelim dedi. Tutluk denilen mahalden çıktık Mazmahora ve oradan Geneyiğin bir mevkisi olan Akbabaya geldik. Pınarın başına oturduk ve o günde aç olduğumuz için erzakımız geldi.

Tam askerin erzakı dağıtılırken düşmanın Beşgözden hareket ettiği haberi alınmış oldu, erzakımızı bazılarımız alamıyarak harekete geçtik. Bense erzakıdan alan oldu bazılarımızda mı dahi alamamıştım. Biz birleşerek avcı kolunda düşmana karşı harekete geçmiştik ki savaşta düşmanla başlamıştı. Savaş git gide şiddetleniyor, tamamıyla bir meydan muharebesi halini alıyordu. Tam o sırada düşmanın üzerine açmış olduğu şiddetli bir yaylım ateşi üzerine bizi durdurmuya muvaffak oldular. Bense o yapılan anî baskın neticesinde vücudum muhtelif yerlerinden dört kurşun yemiştim. Benim vurulduğumu gören arkadaşlar sıhhıyeye haber verip beni bir sedye ile götürüyorlardı. Ben bu savaştan evvelde Trablusgarp savaşlarında bulunduğum için düşmanın yaklaştığını anlamıştım. Beni götürenlere:

Arkadaşlar ben öldüm ölmüye bari siz düşmana aman vermeyin bu vatanımızı tepeleyip ırz ve namusumuzu peyman etmiyelim dediğim ancak aklıma geldi bir daha yaranın tesirinden gözümün önü bir hışla dünyanın dönüp dönüpte bir kalbur kadar kaldığını farkettim başka bir şey diyemedim. Beni alıp götüren sihhiyeler de düşmana görünmeden birdere içerisine yatırıyorlar. Düşman askerleri üzerimden aşıp gittiklerini dahi bana sonradan söylediler. Bense bir kaç saat yattıktan sonra ayıldım. Amma ben kendimden ümidimi kesmiştim. Tam o sırada süratle bir atlının yanıma doğru yaklaştığını görüp aman düşman diye kendimi saklamak istedimse de yerimden kımıldamayacak kadar yaralı idim. Ben bu gelen süvari askerini bir Fransız askeri sanmıştım. Fakat o gelen bir kahraman Türk askeri imiş ve aynı zamanda kendisini tanıdığım ve benim öz amcamın oğlu demin de yukarıda arz etmiş olduğum diğer Trablusgarp’ta yanımda savaştığım amcam oğlu imiş. Ben kendisini gördüğüm zaman:

Ami oğlu Ökkeş çavuş Ökkeş Çavuş diye sesimin var hızı ile çağırdım. Ne var diye yanıma yaklaşıp bana baktı ben tabii kanlar içinde belenip kaldığım için beni kendisi tanıyamayacak hale gelmiştim ve bir kaç kelime konuştuktan sonra ancak kendisi beni tanıyabildi:

- Oğlum Ahmet bu halin ne? Sana ne olmuş biz bunu da mı görecektik? O zalim düşmanları biz varken bu topraklara sokmuyacağız sende iyi olacaksın, İnşallah! diye bani teselli ediyordu. Beni binmiş olduğu ata var kuvveti ile bir hamlede atın üzerine bindirip yüzün kuyu yatırdı. İplede beni sarıp atı Antep’e acele olarak yetiştirmek istiyordu. Fakat at biraz hızlı gittikçe benim yaralarımdan kanlar fazla akmıya başlıyordu. O acı ve ızdırap içerisinde güçbelâ Antep’e geldik. O zamanda Şıh Camisi hastahane idi. Beni getirip oraya yatırdılar. Doktorumuz Mecit Bey beni yatırıp yaralarımı baktığı zaman on iki meme aramdan girip iki kulumcum ortasından çıkan kurşun yerini gördüğü zaman:

Bu adamdan hayır yok. Bunun altı saatlik bir ömrü kalmış, götürün bunu yatırın diye hademelere söyledi. Beni hadameler kaldırıp bir yere koydular. Bense orada tam üç gün kalıp sürüne sürüne beni koydukları odanın kapısını tırmalamaya başladım. Oradan bir hademe duyarak gelip odanın kapısını açarak burada ne var diye söyleniyordu. Bende bu söyleneni duyuyordum. Ben işaret ederek elimi arkamdaki yaranın üzerine koymalarını işaret ettim. Bunun üzerine hademe elini arkamdaki yaranın üzerine kapıyarak ben üç gündür buraya attınız ben açıktım diye söyledim. Bunun üzerine Doktor Mecit Bey’e haber verdiler. Mecit bey (o yaralıyı buraya getirin) demiş. Hazır bulunan yiyecek maddelerinden ancak ve ancak yoğurt bulunmakta idi. Bir kaç kaşık yoğurt getirilerek ağzıma verdiler. Fakat bu içmiş olduğum yoğurt ise aynen arka tarafımdaki kurşun yerinden çıkmıştır. Bunun üzerine Doktor Mecit Bey soyun şunun elbiselerini yarasını saralım dedi. Bir kaç hemşirenin yardımı ile yaralarımı sarıp beni yatağıma yatırdılar. Ben biraz iyi olup artık sağ ve solumu yanıma gelen ve gideni görüp biliyordum ki düşman Tutluğu’da basıp şehre doğru geldiğini de duymuştum. Düşman şehrin dışında Sarımsak tepesi civarına yerleşmişti. Ve şehri kuşatmıştı. Şehrimizi bir top ateşine tutmuştu. Evler yıkılıyor insanlar vuruluyor, ölüyordu. Buna mukabil bizim ancak iki adet topumuz vardı, oda 15,5’lu idi. Bizim ilk attığımız top düşmanın garargâhı olan kolejin binasına isabet edip kocaman binayı bir baca gibi açmıştı. Benim yaram iyi olup artık bende savaş saflarına katılmış bulunuyordum. Biz Kozanlı mahallesinde Zengin Hasan adı ile marufun evinde bulunuyorduk. Burası bizim cephemiz sayılıyordu.

O gün ikindi zamanı şiddetli bir dolu yağmağa başladı. Beş dakika sonra düşmanın bulunduğu karşı tarafa baktığımızda bir çok adamlar gördük. Fakat bu adamlar dürbünsüz dost veya düşman oldukları seçilemiyordu: Arkadaşlardan birisi eline dürbününü alıp baktığında:

Bu gidenler Fransız askerleri imiş arkadaşlar. Dişçi Hayri bey orada bulunan arkadaşın elinden dürbünü alarak görmüş oldukları kalabalık adamlara baktığında şu emri verdi:

Ateş serbest dedi. Biz ateşe başladığımızda bize bakan kolej etrafındaki toplarda ateşe başladı. Epeyce bir çarpışmadan sonra düşman artık bizi sıkıştırmış ve üç tarafımızı sarmıştı.

Kumandandan şu haber geldi:

Artık orada çok barınamazsınız. Geri çekilin. Musullu mahallesine gelin dediler bizde oraya gittik. Düşman kuvvetleri dışardan biz içerden ölüm kalım savaşı da başladık. Artık düşman şehrin kavaklık semti her tarafını muhasaraya almışlardı. Eğer düşmana ani bir baskın gibi bir şeyler yapacak gibi olursak Akyol mahallesinde Çulcu Haci Ömer’in harafından bir çıkış yapacak yer vardı. Oda fırsat bulursak geceleyin gider bazı şeyler öğrenip dönerdik. Eğer o taraftan giden adamımız geri gelmediği takdirde bu giden adam yanı sıra evcil beslenilmiş bir sahipli kuşu beraberinde götürüp oradan kuşu bırakarak kuş sahibinin evinden haberler alınırdı. Kumandanlıkta okunup ona göre hareket edilirdi.

Bu hal tam onbir ay devam etti. Evlerimizde yiyecek maddelerinden hiç bir şey kalmamış bir duruma düştük. Ne yiyelim diye büyüklerimize sorduğumuzda ne yiyelim evlatlar dağda biten ve bostanlarda biten otları da yedik tükettik, oda bitti, daha ne var yiyecek şurada 20-30 çuval zerdali çekirdeği var, bunu biraz buğday ununa katarsanız bu da yenebilinir diye cevabını alıp, bu hatırlatmış olduğu zerdali çekirdeği ekmeğini de una katarak bir zamanda onu yedik. Böylece bu acı günleri geçirmiş olduk. Yani zengin fakir bir olup hepsi de bu zerdali çekirdeği ekmeğini yediler, düşmanın sillesini yemediler. Bu açlığa tahamammül etmiyenlerden bazı şahıslardan bir kısımları Maraş ve civar kazalara sığınmaya mecbur oldular. Şehirde kalanlarda biz yedisinden yetmişine varıncaya kadar düşmanı memleketimize sokmuyacağımıza yemin ettik, açlık susuzluk dediğin gelir geçer biz bu vatan için bakın bu nice kanlar akıttık, sokmuyalım arkadaşlar düşmanı Antep’e diye biraz daha dayandık, biz bu açlık yüzünden artık teslim olacak hale gelmiştik. Fakat biz bu fikirde iken ilerden bir gurup süvari ellerinde beyaz bayrakla göründüler. Bizim kumandan bizlere dedi ki:

Düşman tarafından bir kaç süvari geliyor elinde de beyaz bayraklar var. Bizde hele gelsinler bakalım gele gele geldi ki bir Fransız elçisi bizim askerlerden birine: Beni büyüklerinizin yanına götürün, dedi ve elçiyi alıp içeri getirdiler. Elindeki nameyi alıp okudularsa kumandanların hepsinin yüzü şafak gibi ışıldamaya başlamıştı. Meğer bu karar öğle bir karar ki onbir aylık sıkıntımızın zaferinin müjdesile dolu idi.

Kumandan yabancı elçiyi saldı ve birde name gönderdi bu name şöyle idi:

Eğer Antep’e girdiğiniz zaman ırza ve namusa hiyanetlik yapılacak olursa bunları en ağır cezalarla cezalandıracaklarına söz verirlerse düşünsünler ve ona göre gelsinler diye söylenildi. Bunun üzerine şehre anlaşmayı, geldiler, iki-üç gün Antep de kaldıktan sonra çekilip gittiler, böylece anlaşmaya varılmış oldu.

(Bu yukarda yazılı hikaye 1920 senesinde ben Ahmet Ağrıtmış’ın başından geçen bir hikayenin macerasıdır. Harp maluluyum, şimdi belimin ortasında iki kiloluk kadar almış olduğum yaradan bir kambur hasıl oldu. Şimdi ben sıhhatteyim. Allah o acı günleri bize gösterdi siz yavrularıma o günleri göstermesin diye hikayesini burada tamamlarken Aziz şehitlerimize rahmet kalanlara sıhhat ve afiyet ve büyüklerimize nusret diye bitirdi.

Ömer Asım URAL

Gaziantep Lisesi

NOT: Bu yazı, Gaziantep Kültür Derneğinin 1959 yılında tertip ettiği [Gaziantep Harbine iştirak eden bir tanıdığınızın hatıralarını yazınız] isimli yarışmada beşinci gelmiştir.