Kaliforniya dağlarının derin vadilerinde, Büyük okyanustan esen rüzgârların on iki bin ayak yüksekliğinde ki tepeler arasından kayıp geldiği ve eğrilti otlarıyla yosunların büyümesine elverişli bir iklim yarattığı bu dolaylarda, yaşları 3000 ile 3800 arasında olan dev büyüklüğünde ağaçlar vardır; bu ağaçlar dipdiridirler ve böyle kalmağa azmetmişlerdir. Bunlara (Sekua) diyoruz.

Bu ihtiyar ağaçlar beşeri olayların en eski tanıklarıdır. Otuz asır var ki onlar, dağların yüksek tepelerinden medeniyetimizi meydana getiren her şeyin birer birer geçip gittiklerini gördüler. Trua muharipleri güzel Helen için savaşırlarken onlar gençlik devrinin taravet ve letafeti içirde bulunuyorlardı. Gemicilerin en cesuru olarak tanımlanan Fenikelilerin Akdeniz’e açılmağa cesaret edemedikleri devirlerde onlar, dal ve yapraklanın Sierra dağlarının rüzgârına karşı sallıyorlardı. Seba melikesinin Solomonu ziyaret ettiği günlerde dallarım semaya doğru yükseltiyorlardı. Perikles ve İskender zamanı idrâk ettiler. Sokrat, Atik yanmadığının çınar gölgelerinde hikmet dersi verirken onlar buluğ çağının hareket ve zindeliğine sahip bulunuyorlardı. Eski dünyada imparatorluklar çökerken onlar canlı ve muhteşemdiler. Bizansın, Romanın, Atinanın düşüşünü seyretmiş olmakla bir aralık kırmızı derililerin hücumuna uğradılar; İşte o andan itibaren sulh ve sükûn Sierra’dan geri dönmemek üzere çıkıp gitti. Geyik, ayı, yaban öküzü, kartal oklarla delik deşik oldular. Derelerin ve göllerin suları kızıla boyandı. Sonra beyaz derililer, bu ana kadar sakin kalan bu diyarlara geldiler, kırmızı derililerin peşlerine düştüler, ateşli silâhların o büyük hengâmesi içinde onları öldürdüler ve geldikleri yere döndüler.

Otuz asırlık bir mazisi olan bu varlıklar, hayat bahşetmekte devam ediyorlar; tomurcuklanıyor, çiçekleniyor, yemiş veriyorlar ve onların çocukları, muazzam dallar altında sırayla, asırlara uzanmak için filizleniyorlar.

Bu kocaman gövdelerin arasında uzun zaman dolaştım. Geniş mazi ile daracık hul arasında bir mukayese yapmağa buradan daha elverişli bir yer yoktur.

Zamanın bu yüksek kişizadelerinin huzurunda insan, tarihi vak’aların beşeri bilgide ne kadar az değeri olduğunu anlıyor. Hayatları otuz ilâ kırk asra sığabilen bu müşahitler yeryüzünde neye önem verilmesi lâzım geldiğini anlattılar. Önemli olan insanlar arasındaki savaş, zamana meydan okuma, mesafelerle istihza gibi şeyler değildir. önemli olan: Santiardır, mevsimlerdir, sabahleyin güneşin doğuşu, akşamlayın batışıdır, suya hasret toprakların yüzünü güldüren yağmurlardır ve sonra besleyici ümüstür önemli olan, umumi ahenk içinde insanın yerini muhafazasıdır.

Bilindiği gibi kendini insanla emniyette gören her şeyin, yıldızların bulutların, taşların, hayvanların olduğu gibi nebatların ve ağaçların da bir dili vardır.

Güç olan bu emniyeti yaratmaktır. Bunun için her türlü şirret fikrinden uzak olmak, gönül tevazuu içinde bulunmak ve doğru muhakeme etmek lâzımdır. Bu erişilmesi nadir bir haldir ve ancak mantıktan çıkarılan neticelerle mümkün olur,

Sierra Nevada’nın ihtiyar ağaçlarıyla ülfet ettiğim sıralarda, kabul edilegelmiş fikirlerden ve bir sürü tecrûbi bilgilerden sıyrılmanın verdiği hafiflik içinde, tefrik kabiliyeti oldukça azalmış mütevazi ve mes’ut bir durumdaydım.

Ve sekuaları dinliyordum. Sesleri sanki zamanın derinliklerinden geliyormuş gibi biraz kısık fakat vakurdu, Pek basit şeyler söylüyorlardı; ama ibret dolu sözler. Tabiatın tespit ettiği kanunlara göre hareket ettikleri için aralarında harpsız, darpsız yaşadıklarını; ihtiyarlığın yegâne sebebi ihtiras ve kıskançlığı bilmedikleri için yaşlı olmalarına rağmen genç kaldıklarını; dedelerinin birer vekili ve dayanağından başka bir şey olmadıklarını söylüyorlardı. Ve bir sincap nasıl bir sincapsa sekuanın da bir ağaç olduğunu ve durumunun üstüne çıkmağa çalışmak kadar kaderin gayelerine aykırı bir şey olmadığını ilâve ediyorlardı.

Devlerin verdiği bu tevazu dersi beni hayretler içinde bıraktı.' Yüksek perdeden nasihatler bekliyordum; mütevazi reçeteler buldum.

Onlara:

— Bununla beraber dedim, başlarınız o kadar yüksekteki azamet ve gururdan tamamiyle azade sayılamaz.

— Tabiat ne kadar istemişse başlarımızı o kadar yüksekte tutuyoruz. Büyük olarak doğmuşuz diye cevap verdiler.

Ululuklarını göze görünür bir tefahurla söyledikleri bir hakikattir.

Fakat ne yapmacık ne de kendini beğenmişlik. Onlarda her şey bir muvazenin ve' huzurun eseriydi. Kendi kendime :

“Ah! dedim, kimbilir, belki insanların da, bu ululuk içinde bu derece sade ve mütevazi oldukları bir devir olmuştur. Onları şeytanetin ve kötülüğün derin uçurumuna kim götürdü?

Düştükleri bu sefil durum neden ileri geliyor ?„

Kendime bu soruları sorarken koyu mavi kanatlı, açık mavi karınlı canlı kuşlar eski ağaçların kocaman sütunları arasında uçuşuyorlardı. Korkaklığın ve itimadın birbirine karıştığı bir hareketle geyik ve karacalar yanıma yaklaştılar. Bulunduğum yere doğru uzun boyunlarını uzatıyorlar ve ben, onların bakışlarında bir kardeş şefkati okuyordum. Susanın tabiaten asil ve şersiz olması münkir, masum devirleri düşünüyordum. Hakiki olan hakikatin, saf olan saflığını, emniyet verici emniyetin içinde bulunuyordum. Eğrelti otları yanı başımda, yaprakların, dan kopan velût taneleri tesadüflere bırakarak aşkını ilân ediyordu. Yeşillikler içinde yosunlar, tazeliklerini muhafaza ediyor ve hayırlı usareleri etrafa yayıyorlardı. Esmer bir ayı saf bir tavırla yolumun üzerine çıkıyor, büyük, başını iki tarafa sallayışı, salına salına yürüyüşü, sanki elimi sıkmak için yaklaştığı intibahı bırakıyordu.

Bu sükun vadilerinde, ilk masumiyetin izlerinden başka bir şey yoktu, sanki buralarda o korkunç insan nesli henüz görünmemişti: Otuz asırdan daha uzun bir maziye sahip olmasına rağmen taptaze ve yemyeşil kalmış bu devasa ağaçların tepelerine doğru bir nazar atfediyor, sade kendi hayatı ile alâkalı bu muazzam kuvveti düşünüyordum. Kendi kendime :

Eyvah! dedim, insanın bu şirret bataklığına düşmesine ve oraya saplanıp kalmasına kim sebep oldu? Onu tabiatın çizdiği yolların dışına çıkartan ihtiras değil de Dedir?

İnsan, kabına sığmayan bir hayvandır. Felâketi de bu yüzden Mahvına sebepte bu ya.