Zekât; din kumullarının en mühimlerinden ve İslâm’ın temel ilkelerinden biridir. Servetle ilgili bir iyilik, dinimizce zengin sayılan kimselerin muhtaç durumda olanlara servetlerindeki haklarını vererek, bu şekilde, kendi servetlerini onların haklarından temizleme görevidir. Peygamberimiz Hazreti Muhammed zekâtı, zenginlerle fakirler arasında bir köprüye benzetmişler, zekâtla toplum yaşayışında ahengin sağlanacağını belirtmişlerdir.

Zekât vermekle mükellef olan müminin, kendisinin ve bakmakla görevli olduklarının gelecek zekât verme vaktine kadar yâni bir yıllık geçimi ve normal bütün ihtiyaçları çıkarıldıktan sonra, elindeki serveti zekât ile ilgilidir. Ve zekât olarak verilecek miktar, bu servetin kırkta biridir. Verilen vergiler zekâtla ilgili değildir. Kazançla bağlı vergileri herkes vermektedir. O ki laik devletin bütün yurttaşlara yönelttiği bir sorumluluktur. Hatta, bu vergi nispetleri bir inceleme konusu edilmeğe değer. Zekât ise, dinî bir fonksiyondur ama, biz bugün onu işler bir durumda bulamıyoruz. Bu konuda da cemaat şuurunun sönüklüğü toplum yaşayışımızda ortaya birtakım sorular çıkarmaktadır.

Ne var ki, zekâtı tam verilmeyen servet, yıldan yıla, haram bir servet oluverir. Şimdi, kişinin bu elindeki, geliştirdiği servetini bağlayan çevresini umursamadan, onun hakkını düşünmeden servet yığma uğrunda çırpınmaları, didinmeleri ilerideki, öte geçedeki mutluluğunu hepten yok edeceği gibi, dünya yaşayışı bakımından da birtakım tehlikeler saklayabilir.

Bir kere, ölüm gelecektir. Bu, yaşamanın büyük gerçekliği, bir gün kişiyi, buradaki bağlandıklarından ayırıp götürecektir. Ve aslında kişinin, sonucu elinden çıkaracağı servet için bir ömür boyu çırpınışı, ona öylesine tutulmuşluğu, ona kulluk etmekten başka bir görünüş değildir. İşte o ölüm ânı keskin bir kopuş, keskin bir ayrılık, keskin bir sıkıntı ve azâp olacaktır. O büyük ölüm gerçekliğinde, bütün anıların bir anda yaşanması, kişinin büyük, aldanışını ve mutsuzluğunu yaşamasının acısı çok keskin olacaktır. Kişi, bu alandaki gerçek görevini yitirmişliğinin anlamını ve bütün sıkıntıları, korkuları bastıran çaresizliğini derinden duyacaktır.

Bu anlatımdan kişinin çalışmaması gerektiği sonucunu çıkarmayın, Gerçi, ölmeyecekmiş gibi çalışmak, bir cemaat olarak da öteki toplumlardan ileri, üstün olma atılımını yaşamak buyurulmuştur. Ne var ki, bu yaşamak, ilkin ne olduğumuzu bilmekle, bizi var edeni, özelliklerimizi ve imkânlarımızı vereni, Sahibimizi gönülden görüp tanımakla. Onunla yaşamaktır, Şüphe yok ki, hiçbirimiz kendi kendimizi var etmedik. Ve varlığımız görünen kendimizle bağlı değildir. Kiminle olduğumuzu bilmek, ne olduğumuzu bilmektir, İslam edebi, teslimiyet terbiyesi budur. Böyle olunca bütün bağlantılar değerlendirilmelidir, özgecilik, bencil ve güdük çıkarcılığın yerini almalı, varlığımızın anlamı ve yalnız olmadığımız derinden kavranmalıdır. Biz neyiz, kiminiz, kiminleyiz? Yakın olan nedir? Uzaklık nerede? Bizi kuşatan, kavrayan Asıl Var olanda duyduğumuz varlık iradesi Onunla görünce, yabancı görmüyor. Hiçbir nesnenin bizim olmadığını, geçici varlığımıza bağlı olmadığını da yakından anlıyor. Bu anlayışla, çoklukta birliği, kim olduğumuzu, gelişimizi ve gidişimizi, doğumu ve ölümü bir anda yaşıyoruz. Bütün yaşamanın anlamı böylece bir dengeli yaşamada gelişiyor. İnsanlar birbirlerinde ve her görünüşte Onu buluyorlar, birtakım görünüşler olarak, Ondan, Rabbimiz Allah’tan görünüp yeniden Ona çekiliyorlar. Uzaklıklar yakın oluyor, yakınlıklar Onda birleşiyor.

Bütün bunları konuşmakla zekât konusundan uzaklaşmış olmuyoruz. Onun nedenlerinin ne kadar derinlerde bulunduğunu daha iyi anlıyoruz. Ve teslimiyetin yerine, Müslümanlık adına nasıl bir aldanışın ve ne çeşit bir sahtekârlığın yaşandığını görüyoruz.

Yazan: M. Rahmi AYAS