İşte nihayet mülâtımız sona erdi. Birbirimizi tebrik edebiliriz. Sabırlı çıktın. Sorumu soralı aylar geçti, hâlâ cevabını alamadım, yollu sözler söylemedin. Takdir etmeliyim. Sen mutlu bir in' sansın.

Fakat beni konuya davet etmek hakkındı. Soru nerede kaldı; ben nerelere geldim. Bu böyle olmakla beraber iki numaralı mülâkattaki anlaşmamızı da hatırlamalıyız: her şeyimin felsefem çerçevesi içinde olacağını peşinen kaydetmiştim.

Dokuz mülâkattır sürüp giden yazılar gösterdi ki ben, felsefem icabı, yalnız ve yalnız insanlarla ilgiliyim…

Bu ilgi de adamın âdem olması bakımındandır. Her şey gelip bu merkezde toplanmaktadır.

Sorduğun soru bütün canlıları içine almaktadır. Ben ise sadece insan adlı canlı ile ilgiliyim. İşin başında söylesendi ya, diyeceksin. Öyle ama, söylemek o kadar kolay mı? Görüyorsun, söyledim. Hem de bol bol söyledim. Lâkin neden sonra

Bu noktaya uygun bir şey hatırıma geldi: Bir tâlip (=istekli) bir pirin terbiyesi altına girmiş. Gün geçtikçe, pirin terbiyesi talibe ağır gelmeye başlamış. İstediğin kadar ah vah. Bu ah vah karşısında, pirin talibe cevabı şu: “Kim etti sana bu kârı teklif!” Yani, ey sayın Gazeteci başımız, ben de bu pirden aldığım himmet ile,

“Sen ne eyledin de böyle, orijinal bir filozofla mülakata giriştin? Bunu sana kim dedi?”, der; saygılarımı sunar, veda ederim.

(Son)