Sizinle yapmış olduğum ve epeyce süren mülakatımızın sonunda, benim için hiçte lâyık olmadığım bir cümle var:

Sen mutlu bir insansın.

İtiraf etmeliyim ki, bu cümleden aldığım haz ve doyduğum zevk cidden derindir. Bu cümleyi tekrar tekrar okudum. Zaten sizin her satırınızı tekrar tekrar okumadığımı zannetmeyiniz. Bu satırlardan aldığım zevk ve haz bende bilseniz, ne derin değişiklikler yaptı. Bu zevk belki de hayatımın en tatlı zannettiğim zevklerinden daha tatlı ve daha şirindi.

Sizin de dediğiniz gibi ben, tahammül etmiştim. Fakat siz bu tahammülü yalnız size karşı gösterdiğimi zannediyorsunuz. Halbuki ben sizin karşınızda tahammül değil hiç konuşmak istemedim ki, sizin konuşma zinciriniz kesilmesin diye. Asıl tahammülü ben sizin muârızlarınıza, sizi anlamayanlara ve sizi taşlayanlara karşı göstermiştim.

Bana neler söylememişlerdi ki hatta bazı kalp gözleri kapkara kapalılar, benim dergimi bile almaktan vazgeçtiler Halbuki dergim benim ekmek kapımdı. Ben işte ekmeğim pahasına dahi buna tahammül etmiştim.

Sayın üstadım, sizin yazılarınız yüzünden dergimi terk edenler ile etmeyenler arasında şöyle bir mukayese yaptım. Dergimde yazılarınızı okuyanlar şunlardı:

Ordinaryüs Profesör Ali Nihad Tarlan, Ordinaryüs Profesör Fahrettin Kerim Gökay. Doçent Muzaffer Akgün ve buna benzer daha birçok kendini maddi ve manevi oldurmuşlar ve pişirmişler. Dergimize hep abonedirler.

Şayet sizin yazınızdan bir numara eksik dergi bunlardan birine eksik gidecek olsa derhal mektup yazar isterler. Mesela Baş Dr. Fikret Sayman (Malatya) gibi...

Öte taraftan ise:

Almayanlar gerçi çoktu. Ama olgun insanlar değildi. Veya kalp gözleri kapalı kimselerdi. Ben onlara şu cevabı veriyordum:

-Sizin içinizden de ne zaman bir Ali Nihad Tarlan çıkar Dr. Emin Kılıç Kale’nin yazılarından dolayı beni tenkit ederse o zaman belki bu mülakata devam edip etmeyeceğimi düşünürüm demiştim.

İşte sayın üstadım keşki daha bunlarla kalınsaydı sana neler demişlerdi. Neler, mesela:

Bu adam komünist, bu adam Allahsız, bu adam anlaşılmayan muamma bu adamın talebeleri diyorlar ki, miden alırsa annen bile helaldir demektedirler. Yalnız bununla kalınsaydı, daha neler söylemediler neler. Sen bu adamın halk arasında edindiği kötü adı iyi yapmaya çalışıyorsun.

-Seni bu adam fikirlerini halka aşılamak için vasıta yaptı. Gibi sözlerde söyleyenler olduğu gibi:

- Bu adamın iki kelimesini bir araya getiremezler.

- Biz bu adamı belki anlamıyoruz.

- Bu adam bir muamma idi siz kilit vurarak açtınız, diyenlerde vardı.

İşte ben bu mücadeleci fikir sahipleri arasında bir ortalama yaptım. Ve şöyle bir neticeye vardım.

Sana kötü diyenler hep seni anlamayanlar kalp gözleri kör olanlar, iyi diyenler ise olgun ve pişmiş olmakla beraber hepsi de hakiki münevverler. Birde benim bir kararım var hakkınızda sayın hocam, bende bu karar verirken, bütün varlığımla, bütün benliğimle beraber verdim:

- Sen ne komünist ne faşistsin ne bir bozguncusun ne Allahsızsın ne dinsizsin, sadece her şeyin özetini nefsinde toplamış ve onlardan bir muhassala çıkararak kendinize ayrı bir düzen veren bir kimsesiniz. Yani açıkçası insanlık için çalışan, insanlığa yol göstermek için uğraşan bir mürşit veya yol gösteren bir insansınız.

Ayrıca belirtmek isterim ki 54 yaşıma kadar okuduğum bütün eserlerde insanlığı ikiye ayıran bir satır yazıya rastlamıştır. Siz ise, sorumluluk taşıyanlarla, sorumluluk taşıyanlar insanlığı

İkiye ayırdınız. Buna da bir ad koydunuz.

- Adam, Âdem.

- Adam, basbayağı insan şekli taşıyanlar

Âdem ise, vücudunun bütün zerresi ile, vatanına, milletine görevine, velhasıl bütün hayatı boyunca her şeye karşı bir sorumluluk taşıyan kimselerdir.

İşte bu İkincisi, yani sorumluluk taşıyanlar, öyle görüyorum ki üstadım, ne yazık... Parmakla gösterecek kadar azdır. Ve işte ademlerin yegâne görevinin, birbirlerini tanıyarak el ele vermeleridir. Yoksa orta yerde erimeye ve yok olmaya mahkûmdurlar. Biz ise sayın üstadım insanları idealistlik yolu olan ÂDEM liğe çağırmak için mülakatlarımıza devam edelim.