Mülakat No: 9

Bundan önceki mülakatta, Yaman Dede’nin dört mısradan ilk ikisinin musikiyi tarif ettiği; üçüncüsünde musikinin kaynağının gösterildiği belirtilmişti.

Dördüncü mısrada, ilk üç mısraa tevdi edilen derin fikirler; Mevlâna’nın şahsında misalleşiyor, tecellî (=Belirme) mertebesine varıyor. Ve “Bak neler söyletiyor” hitabı ile; bu ilmin yüksek gradodan meraklılarına, peşinde olanlarına (ki bunlar ilm-i musikiyi güzel sanat­lardan saymazlar!) uyarıcı (=Ağah kılıcı) bir işarette bulunmuş oluyor.

“Bak neler söyletiyor, Hazreti Mevlâna’ye” diyor evet, neler söyletmiyor.

Binlerce beyitlik Mesneviyi söyletiyor; binlerce beyitlik Divan-ı Kebîr’i söyletiyor. (Mesnevinin ilk mısranın, "Neyden dinle!” kelâm ve hitabı ile başladığını daima hatırda tutmak ne kadar önemli olmak gerekir!) Yüksek gradodan fikirler denizi olan bu hazinelerden, emin ve zamanla bağdaşabilecek birkaç kıymet sunalım:

1- Bir münasebetle kadını tarif eder. Bu tarif, iki mısra içinde tamlığa ermiştir. Biz burada şimdilik ilk mısra ile yetineceğiz.” Kadın, hakkın lem’asıdır”. “Lem’a” kelimesinin manası, tasavvuf ilmine göre, çok derinlere gider O derinlere inmek şimdilik seyrimiz dışıdır.

Dikkati çekelim: Bu yüksek ve önemli tarif 700 sene önce yapılıyor!

Bilhassa şark alemini çok ciddî Olarak düşündürmesi gerekir.

2- Bir münasebetle ömrü (=Nasıl yaşamak gerektiğini) tarif eder. Bu tarif, tek mısra içinde tamlığa ermiştir. “Aşksız geçen ömrün hesabını tutma”. Bu, şu demektir: ömür, yani yaşama, aşk atmosferi içinde geçerse ona yaşama denir. Aksi takdirde bir şey ifade etmez. Çünkü kozmik (=Kâinatı) bakım­dan yapıcı olamaz. (Aşkın tarifi dört numaralı mülâkatımızda yapılmıştı!)

Vaktiyle bana bir pir bir hikâye lütuf ve ihsan etti. Konumuzla olan sıkı birliğinden ötürü bu hikâyeyi okurlarıma hediye etmek isterim: “Ben henüz genç idim Bir pire intisap etmiştim. Bir gün beni, bir mezarlığı gezmek için götülürdü. Mezar taşlarındaki yazılar şu tarzda idi. On yaşında vefat etmiştir; otuz yaşında vefat etmiştir, yirmi beş yaşında vefat etmiştir yani yaşlı denecek çağda ölenler hiç yok Dikkatimi çekti. Pire sordum; hep genç yaşta ölmüşler, dedim. Pir cevap verdi: Burada yatanlar, esasında altmış ve yetmiş beş yaşı arasında yaşamış insanlardır. Lâkin aşk içinde geçen seneleri, yani değer bakımından hesap edilmesi gereken seneleri, gördüklerin gibidir.”

3- Bir münasebetle şöyle der. Bu “sır söyleyici büyükler, karşılarında İsrafil huylu müstemi isterler." Bu, şu demektir: Burada sır söyleyici büyükler, ilm-i dinde velf mertebesinde (“Filozof mertebesinde) bulunan bilginler manasınadır. (Örneğin, Muhiddin-i Arabî bunlardan birisidir).

Buna göre, Mevlâna’nın cümlesi şu şekilde sadeleşir: Velî mertebesinde­ki ilm-i din bilginlerinden faydalanmak isteyen birinin, İsrafil huylu olması gerekir; bu, şarttır! İşte bundan ötürüdür ki her ilm-i din bilgini, sır söyleyici büyüklerden sayılmadığı gibi; bu büyüklerden faydalanmak da her şahsın kârı değildir. Ne muazzam bir konu...

Şeyh Galip’in şu mısraı ne kadar yerindedir. "HER FERDE NASİP OLMAZ, BU NEŞ’E BULANINDIR.”

4- Bir münasebetle Mevlâna’ya, Mühiddin-i Arabi’nin şahsiyeti hakkında sordular. Cevabı şudur: "O bir sadr-i eceldir ki; mazi, hâl, istikbal avucunun içinde sayılır. “Bu, şu demektir: O, nefisten yakasını öylesine kurtarmış (=Sadrı ecel idrakte son derece parlak ve açık) bir zattır ki: “Mazi” ve “istikbal” İn annesinin, "Hâl" olduğunu bilir.

Tasavvuf ilmine göre bu, çok önemli bir mertebedir. Bunun taf­silâtına girmek seyrimiz dışındadır. Yalnız şöyle küçük bir işarette bulunalım: Mühiddin i Arabî, tasavvuf üzerine beş yüze yakın eser yazmış bir mutasavvıf, büyük bir varlıktır. Bu eserlerden en önde gelenlerin birincisini (Füsus), İkincisini (Fütuhat) teşkil eder Bunları vefatından az önce yazmıştır. Erbabınca malûmdur ki; "Mazi”, "Hâl”, "İstikbal” konuları fethedilmeden (Fütuhat) yazılamazdı.

Sayın okurlarıma:

Bu, son mülâkatımızdır. Konumuzu bitirdik. Beş on yaprak içinde sunmuş olduğum bilgi, "Dinî-Felsefî-İlmî" (=Reli- gio-Philosephical-Scieutific) olup taşıdığı manalar çok geniş çaptadır.

İlk iş, tabiidir ki, bunların iyice anlaşılmasıdır. İkinci iş, tabiidir ki, bir filozofa göre, bu bilgilerin meyvedar (=işe yarar) olmasıdır. Şu mısra bu noktayı ne kadar aydınlatır: "OKUMAK DEVA DEĞİL, ANLAMAK ŞİFA DEĞİLİ"

Tasavvuf ilminde, bilgilerin topuna: "İlm-i kâl”; bilgiieriu meyvedâr hale getirilmesine "İlm-i hâl" denir. (Ör­neğin, Şems-i Tebrizî, Mevlâna’yı ilm-i kâl’de bulmuştu. İlm-i hâl’de hocası olmuştur.)

Filozof Doktor Emin Kılıç Kale’nin 1945’ten 1963’e kadar 17,5 sene devam eden dersleri bir türlü anlaşılmıyor görülebilirdi. Bu, tabii sayılmalıdır. Çünkü derslerinin amacı ilm-i hâl idi. Çünkü, bu iki ilim arasındaki fark çok azimdir.