Atatürk Diyor Ki:

Efendiler, bir milletin yaşama, refah ve saadet âmilini teşkil eden iktisadiyatıyle meşgul olması dikkati çekici bir keyfiyettir. Fakat biz itiraf etmeğe mecburuz ki, iktisadiyatımıza lüzumu kadar ehemmiyet vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin doğrudan doğruya hayati işleriyle uğraşmaması o milletin yaşadığı devirlerle ve o devirleri tesbit eden tarihle çok âlakalıdır. Onun için biz de eğer meşgul olamadıysak, bunun hakiki sebeplerini geçirdiğimiz devirlerde, bilhassa tarihimizde bulabiliriz. Fakat böyle bir tetkik yaptığımız zaman maalesef itirafa mecburuzki, biz henüz şimdiye kadar hakiki, İlmî, müsbet manasıyle millî bir devir yaşamadık. Onun için millî bir tarihe malik olamadık.

Bu noktayı biraz izah edebilmiş olmak için isterseniz hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım. Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün çalışmalar milletin arzusu, emelleri ve hakiki ihtiyaçları, bakımından değil, belki şunun bunun hususi arzularını, icraatını tatmin bakımından vukubulmuştur. Meselâ Fatih Istanbulu zaptettikten sonra, yâni Selçuk saltanatı ile Şarkî Roma imparatorluğunu tevarüs eyledikten sonra Garbî Roma imparatorluğu’nu zaptederek azametli bir imparatorluk kurmak istedi. Böyle geniş bir emel takip etti. Böyle bir emeli takip ve tatbik edebilmek için bütün milleti, asıl unsuru arkasından bu hedefe doğru şevketti.

Yalnız Selim, Fatih’in açtığı garp cephesin tesbit etmekle beraber bütün Asyayı birleştirerek büyük bir İslam imparatorluğu vücude getirmek üzere böyle bir siyasî meslek takip etti. Aslî unsuru bunun arka sında dolaştırdı.

Kanunî Süleyman her iki cepheyi azami derecede genişletmek, bütün Akdenizi bir Osmanlı havuzu haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuzunu kurmak gibi çok azametli, şahane bir siyaset takip etti. Bu siyasetin tatbiki için aslî unsuru kullandı.

Arkadaşlar; bütün bu tavır ve hareketler tahkik olunursa görülür ki, bu azametli kutretli padişahlar, takip ettikleri dış siyasette kendi emellerine hırsları na ve arzularına dayanmışlardır. İç teşkilatlarını ihti raslarının doğurduğu bu dış siyasete göre düzeltmek zorunda kalmışlardır. Halbuki dış siyaset, iç teşkilata ve iç siyasete dayanmak lâzımdır. Yâni iç siyasetin tahammül edebileceği genişlikte olmalıdır.

Gerçekten Osmanlı hakanları asıl olan noktayı unuttular. Bütün hareket ve işlerini emellerine göre ayarladılar. İç teşkilatlarını dış siyasetlerine uydurmak zorunda kalınca zaptettikleri memleketlerde, dilleri, dinleri, ananeleri, her şeyi başka başka olan birçok milletlerden ibaret unsurları olduğu gibi muhafazaya kalkıştılar ve onlara bütün bu şeyleri mahfuz bırakabilecek istisnalar, imtiyazlar bahşettiler. Buna karşılık aslî unsur uzun seferler yapmakta, fetih meydanlarında ölmekte, zaptolunan memleketlerin kendisini ve halkını beslemekle ve onlara bekçilik etmekle kendi kendini tahrip etmekte idi. Aslî unsur, kendi evinde, kendi hayati ihtiyaçları uğrunda çalışmaktan temamiyle mahrnm bir halde bulunuyordu. Bu taçlılar, fetihler dairesi içine giren halkı memnun edebilmek için doğrudan doğruya aslî unsurun haklarından ve hayat kaynaklarından birçok şeyler lütfederek, ihsan olarak, âtıfet olarak bahşediyorlardı…

...Fatihler aslî unsuru peşine takarak kılıçla fetihler yaparken, kılıç sallarken, zaptolunan memleketler ahalisi kazandıkları mümtaziyet ve imtiyazlarla sapanlarına yapışıyorlar, toprak üzerinde çalışıyorlardı.

Arkadaşlar; kılıçla fetih yapanlar, sapanla fetih yapanlara mağlup olmıya ve netice itibariyle mevkilerini onlara bırakmıya mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur.

Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sapanlanna yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kurtulmuşlardır.

Bu bir hakikattirki, tarihin her devrinde, dünyanın her yerinde aynen vâki olmuştur. Meselâ Fransızlar Kanadada kılıç sallarken, ortaya İngiliz çiftçisi girmiştir. Sapanla kılıç mücadelesinde nihayet müzaffer olan sapandır ve Kanadaya sahip oldu.

Osmanlı hakanları aslî unsurla beraber, sapanın önünde yenilip çekilmeye başladıktan sonra, asıl felâketlerin büyüyü başladı. Sırf şahane bir ihsan olarak yabancılara bahşedilmiş olan ve bir hususi lutuf diye memleketi içindeki islam olmuyanlara verilmiş olan her şey müktesep haklar sayıldı. Fakat yabancılar yalnız bu hukuku muhafaza ile kalmadılar. Belki her gün biraz daha artırmak için çareler aradılar ve buldular.

Bu devamlı baskılar altında zaten fakir düşmüş olan aslî unsur, devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyordu.

(K. Atatürk, Vakit, 19.2.1923) Osmanlı devleti hakikatte ve fiilen istiklâlden mahrum bir hale getirilmişti. Filhakika birde Türkiye gümrük resimlerin, memleketin ve milletin ihtiyacına göreîtanzim etmekten de men edilmiştir. Ve bir devletki fazla olarak ecnebiler üzerinde kara hakkının tatbikinden mahrumdur. Böyle bir devlete bittabi müstakil denemez. Devletin ve milletin hayatına vukubulan müdahaleler yalnız bu kadarda değil, daha fazla idi. Her şeyi yapmak için devlet serbest değildi.,.. Osmanlı halkı içindeki

Türk milleti de temaman esir bir vaziyete getirilmişti. Burada arzettiğim gibi bu hal milletin kendi idaresine ve kendi hakimiyetinin şunun ve bunun elinde istimal edile gelmiş olmasından neş’et ediyor. O halde katiyetle diyebilirizki biz millî bir devir yaşamıyorduk ve mîllî bir tarihe malik bulunamıyorduk. Meselâ Osmanlı tarihi baştan nihayete kadar hakanların, padişahların, şahısların ve en nihayet zümre lerin hal ve hareketini kaydeden bir des tandan başka bir şey değildir…

Efendiler, siyasi askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi muzafferiyetlerle tetevvüç edemezlerse husule gelen zaferler payidar olamaz. Az zamanda söner.,. Öyle bir iktisat devri lazımdır ki memleketimiz insanca yaşamasını bilsin, insanca yaşamanın neye mütevakkıf olduğunu öğrensin ve esbaba tevessül etsin. Cümlemizin arzusu şudurki bu mem leketin efradı ellerinde numuneleriyle ziraatin, ticaretin, sanayinin, sa’yin, hayatın bir mümessili olsun ve artık bu memleket böyle fakir va bu millet böyle hakir de ğil belki memleketimiz zengin, memleketi, zenginler memleketi ve bu yeni Türkiyenin adına çalışkanlar diyarı denilsin.

(K. Atatürk, ikdam 20. 2. 1923)